Burjuva Aydınlanmasının serüveni ve Emekçi Aydınlanması

Ender HELVACIOĞLU | Çar, 26/05/2010 - 01:00
  • Arttır
  • Eksilt
  • Normal

Marx ve Aydınlanma

1) Kapitalist Batı Uygarlığının temelinde yatan Modernizm, Bilimsel Devrim ve Aydınlanmanın çıkış noktası şudur: Doğadaki süreçler, herhangi bir doğaüstü ve fizikötesi gücün tasarrufları sonucunda oluşmamıştır, doğa yasalarına tabidir ve insanoğlu aklıyla bu yasaları kavrayabilir. Kısacası Aydınlanma, insanın kendi kaderini kendi ellerine alma mücadelesindeki en önemli kilometre taşlarından ve bilimsel düşüncenin binlerce yıllık dinsel düşünceye karşı en büyük zaferlerinden biridir.

Marx’ın Aydınlanmaya yönelik tavrı, reddetmek değil, eleştirerek aşmaktı. Marx, Bilimsel Devrim ve Aydınlanmaya sahip çıktı, kendi kuramının kaynağı olarak gördü ve miras kabul etti. Öte yandan Marx, mevcut Aydınlanma hareketinin burjuva karakterini ve sınırlılıklarını da tespit etti, bu hareketin keskin bir eleştirmeni oldu ve aşmaya çalıştı.

Marx, burjuva Aydınlanmasını geçmişin (feodal/haraçlı ideolojinin) perspektifinden eleştirmedi; bu hareketi, sınıfsal karakterinden kaynaklanan sınırlılıklarından dolayı geçmişi köktenci bir biçimde aşamadığı noktasında eleştirdi ve Aydınlanmayı derinleştirmenin yollarını aradı. Bu bakış açısıyla Marx, geleceğe uzanabilecek bir hat çizebildi.

 

Burjuvazinin sisteminde ‘aklın egemenliği’

2) Batılı toplumlar, burjuvazileri önderliğinde “aydınlandılar”. Feodal düzeni, aristokrasiyi, dinsel düşünceyi, “Tanrı egemenliği”ni, kendi ortaçağlarını burjuvazileri önderliğindeki devrimlerle yıktılar ve aştılar. 500 yıllık bu pratik, insanlığın düşünsel hazinesine büyük bir katkı yaptı ve gözbebeği gibi korunması gereken bir miras bıraktı. Bu madalyonun bir yüzüdür.

Madalyonun diğer yüzünde ise, “burjuva önderliği”nin getirdiği sınırlılıklar bulunur. Burjuvazinin temsil ettiği sistem (kapitalizm) başından itibaren; 1) Sermayenin emek üzerindeki egemenliğine ve sömürüsüne, 2) Kapitalist-emperyalist Ezen Ülkelerin, dünyanın dörtte üçünü kapsayan Ezilen Ülkeler üzerindeki yıkım ve talanına, tahakkümüne, sömürüsüne dayanır. Dolayısıyla burjuva aydınlanması, burjuva laikliği, burjuva insan hakları ve özgürlüğü, toplumun egemen, yönetici, elit kesimleriyle sınırlıdır. Emekçi sınıflara ve ezilen halklara gelindiğinde ise, burjuva aydınlanması, gericiliğe, ortaçağ karanlığına, dinciliğe, despotizme, yıkıma, talana, köleliğe ve sömürüye dönüşür. Emekçiler ve ezilen halklar, burjuvazinin istediği ve sınırladığı kadar “aydınlanabilirler”, ötesi yasaktır.

Burjuvazinin ideologları, burjuva aydınlanmasının bu güdüklüğünü perdelemeye çalışır. Onlara göre, aydınlanma aklın egemenliği demektir ama, bu “aklı” burjuvazi ve onun devleti temsil etmektedir. Böylece “aklın egemenliği”, burjuva sınıfının ve onun devletinin egemenliğine dönüştürülür. Emekçiler ve ezilen halklar kendilerine dayatılan bu akıl kadar “akıllı” olabilir. Emeklerini kime satacaklarına (yani kim tarafından sömürüleceklerine) karar verebilecek kadar “özgür” olabilirler. Mülkiyetleri ne kadarsa o kadar “hak sahibi”dirler. Kısacası, paran kadar aydınlanırsın, özgürleşirsin ve hak sahibi olursun. Burjuvazinin sistemi böyle işler.

 

Aydınlanma ile halk arasına giren burjuva kaması

3) Bilimsel Devrim ve Aydınlanma ile emekçi halk arasına burjuvazinin kaması girmiştir. İnsanlığın kendi kaderini kendi ellerine alma mücadelesi, gericileşen burjuvazi tarafından yarıda kesildi, güdükleştirildi. Bu noktayı kavramak önemli. Çünkü günümüzde, Bilimsel Devrim ve Aydınlanma ile kapitalizmi özdeş görme hatasına düşülüyor. Kapitalizme hak etmediği bir paye verilmiş oluyor. Kapitalizmi/emperyalizmi eleştirme ve aşma adına, Bilimsel Devrim ve Aydınlanma da küpeşteden atılıyor. Oysa bu bir tuzak. Bugün Bilimsel Devrimi ve Aydınlanmayı küpeşteden atan ve unutturmaya çalışan bizzat küresel burjuvazinin kendisidir. İzlenmesi gereken çizgi, Aydınlanma hareketinin mirasına sahip çıkmak, burjuva aydınlanmasının sınırlılıklarını ortaya çıkarmak ve giderek bir Emekçi Aydınlanması (Ezilen Dünya Aydınlanması) perspektifi geliştirmektir.

Bilimsel Devrim ve Aydınlanmanın evrensel yönü kavranmadığı zaman, ya burjuva aydınlanmasının sınırları içinde kalınıyor ya da kapitalizmle birlikte Aydınlanma da reddediliyor ve dinsel düşüncenin etkilerine kapı aralanıyor.

4) Bugün, kendi ortaçağlarının yüklerinden kurtulmaya, bilimsel düşüncenin hâkim kılınmasına, Aydınlanmaya ve kendi kaderini kendi ellerine alma perspektifine esas ihtiyacı olan toplumlar, Türkiye’nin de içinde bulunduğu Ezilen Dünya toplumlarıdır. Gelişmiş kapitalist toplumlar, kendi aydınlanmalarını burjuvazileri önderliğinde yaşadılar, insanlığın düşünsel hazinesine yapabilecekleri katkıları yaptılar, bu koşullarda gelebilecekleri noktaya geldiler. Artık ne aydınlanma ne de aydınlatma potansiyeli taşıyorlar. Aydınlanma bayrağı, ona esas ihtiyacı olan bölgede yükselmeyi bekliyor, yani Ezilen Dünyada.

Peki, Ezilen Dünya Aydınlanması Batılı toplumların izlediği yolu mu izleyecektir? İzleyebilir mi? Ezilen Dünyada, Aydınlanma bayrağını yükseltme potansiyeli taşıyan devrimci bir burjuvazi var mıdır? Veya küresel burjuvazi, bu görevi onlar adına gerçekleştirebilir mi?

 

Türkiye deneyi neyi gösteriyor?

5) Türkiye, bu soruların gerçekçi yanıtlarını bulabilmek için, belki de en verimli laboratuvar. Çünkü Türkiye, yakın geçmişinde kendi burjuvazisi önderliğinde bir aydınlanma deneyi yaşadı. Ne kadar başarılı olduğu somut olarak incelenebilir. Öte yandan Türkiye, bugün küresel burjuvazinin en fazla yüklendiği, en fazla etki altına aldığı ve roller atfettiği coğrafyalardan biri. Bu nedenle günümüz Türkiye’si, küresel burjuvazinin aydınlatma potansiyelinin olup olmadığının anlaşılması için de önde gelen bir laboratuvar.

Türkiye Cumhuriyeti, emperyalist işgale karşı bir Kurtuluş Savaşı ve dinsel temelli bir imparatorluğu yıkan Cumhuriyet Devrimleriyle kuruldu. Kemalist Devrimi, Sovyet Devriminin rüzgârından da etkilenen ama esas olarak Fransız Devrimi yolunu benimseyen bir hareket olarak değerlendirmek yanlış olmaz. Bu nitelikleriyle -farklı dinamikleri bulunan Ekim Devrimi bir kenara bırakılırsa- ezilen coğrafyada oluşan ilk ciddi Aydınlanma atılımıydı.

Genç Cumhuriyet, kısa bir süre sonra kapitalist yola girdi. Bu noktadan itibaren Türkiye Cumhuriyeti tarihi, ortaçağ karanlığına karşı mücadeleden ve Aydınlanmadan yan çiziş tarihi olarak okunabilir. Oysa madem ki Fransız Devrimi yolu seçilmişti, feodalizmin köklü bir tasfiyesinin ve radikal bir Aydınlanma hareketinin yaşanması beklenmez miydi? Hiç de öyle olmadı; hatta kapitalist yolda derinleştikçe aynı oranda Aydınlanmadan da vazgeçildi. Burjuva yoluna giren Türkiye, ne bağımsızlığını koruyabildi, ne köklü bir toprak devrimi yaparak ulusal bir sanayi yaratabildi, ne iç ulusal sorunlarını halledebildi, ne de bilimsel düşünceyi az çok özümsemiş aydınlanmış bir toplum oluşturabildi. Birkaç yüzyıl önce Avrupa’da burjuvazi önderliğinde çözülen bu sorunların hiçbiri, 20. yüzyıl Türkiye’sinde burjuvazi eliyle çözülemedi. 21. yüzyılda yol aldığımız günümüzde bu sorunların hepsi tüm haşmetiyle önümüzde durmaktadır.

Türkiye Cumhuriyeti deneyi, “demokratik devrimler” çağının değil ama, “burjuva demokratik devrimler” çağının artık bittiğinin en çarpıcı örneğidir. Ezilen Dünya coğrafyası, kendi ortaçağından, kapitalist (burjuva) yola girerek kurtulamaz. Fransız Devrimi yolu (yani devrimci burjuvazi önderliğinde feodalizmin tasfiyesi), Avrupa’nın demokratik devrimde gecikmiş bölgelerinde dahi köktenci niteliğini yitirmişti; nerede kaldı bağımsız bir kapitalizm birikiminin bulunmadığı Türkiye gibi Ezilen Dünya ülkelerinde… Bu yol bizzat, demokratik devrimlerini birkaç yüzyıl önce gerçekleştirmiş ve artık emperyalist bir nitelik kazanmış dünya kapitalizmi tarafından kapatılmıştır, engellenmektedir.

Başka bir yol izlemek gerek. Batı Aydınlanma hareketinin insanlığın düşünsel hazinesine yaptığı evrensel katkılar mirasımızdır ve en önemli esin kaynaklarımızdan biridir. Ama artık ne Türkiye ne de herhangi bir Ezilen Dünya ülkesi “burjuva aydınlanması” ile

yetinebilir. Bir “Emekçi Aydınlanması” modeli geliştirmek durumundayız.

 

İnsanlık ne kadar aydınlandı?

6) Günümüzde hâlâ bir Aydınlanma sorunu var mıdır? Vardır. Hem de 17.-19. yüzyıl Avrupa’sından çok daha derin ve çok daha kapsamlı bir Aydınlanma ihtiyacı ile karşı karşıyadır insanlık. Hâlâ ortaçağ kalıntılarıyla boğuşan Ezilen Dünya toplumları için bu ihtiyacın yakıcılığını tartışmaya bile gerek yok. Ama aynı zamanda, gelişmiş kapitalist-emperyalist ülkeleri ve toplumlarını da kapsayan dünya çapında bir ihtiyaçtır bu.

Batısıyla Doğusuyla dünya toplumlarına kuşbakışı yaklaşmaya çalışarak şu soruyu sorabiliriz: İnsanlık ne kadar aydınlandı? Büyük Fransız Devriminin, Rousseau’nun, Voltaire’in idealleri ne kadar gerçekleşebildi ve ne kadar yer edebildi? Bacon’ın, Galilei’nin, Newton’un, Darwin’in, Einstein’ın bilimsel çözümlemeleri ne kadar kökleşebildi ve kitleselleşebildi? İnsanlık ne kadar “eşit”, “özgür” ve “kardeş”? Kendi kaderini kendi ellerine alma yolunda ne kadar adım atabildi? Dinsel dogmalardan ne kadar kurtulabildi ve bilimsel refleks edinebildi? Kendi hemcinsleriyle, doğayla ve bireysel doğasıyla ne ölçüde uyum içinde yaşayabiliyor? Bireysel ve toplumsal vicdanı ne kadar rahat? Küçük bir zaman kesitini göz önüne aldığımızda (örneğin son 500 yıl) ve toplumların sadece kaymak tabakasına baktığımızda ciddi bir yol alındığı söylenebilir. Ama bütün bir uygarlık tarihinin derinliği ve o derinliğin karşılığı olarak aynı oranda bir geleceğe uzanımla konuya yaklaştığımızda ve toplumların ezici çoğunluğunu oluşturan alt kesimler göz önüne alındığında, henüz bir arpa boyu yol bile gidilemediği anlaşılabilir. Yine de hakkını yemeden şöyle ifade edelim: Burjuva aydınlanması -sağ olsun- bir arpa boyu yol gidebilmiştir. 

İnsanlık Modernizmin, Bilimsel Devrimin ve Aydınlanmanın henüz çok başlarında. Sadece ilk (ve sorunlu, sınırlı) adımlarını atabildi. Bilimsel düşüncenin ve Aydınlanmanın esas fışkırışı henüz gerçekleşmedi. Mevcut manivelanın (burjuvazi) barutu çok çabuk tükendi. Yeni bir “manivela”ya ihtiyaç var.

 

Post-modernizm mi, pre-modernizm mi?

7) Tam da bu noktada, küresel burjuvazinin ideologları iki “ölüm”den söz ediyor: Marksizmin ölümü ve Modernizm/Aydınlanmanın ölümü. Post-Marksizm ve Post-modernizm çağına geçilmiştir onlara göre.

Tekrar sorarak ilerleyelim: İnsanlık ne kadar aydınlanabildi ve ne kadar sosyalize olabildi? Yeteri kadar aydınlanabilmiş ve sosyalize olabilmişse, küresel burjuvazinin ideologları haklıdır; artık öteye (“post”a) geçmek gerekir. Ama eğer henüz yolun başında olunduğu belirleniyorsa, o taktirde bu ideologların niyeti, bir arpa boyu bile olsa elde edinmiş kazanımları yok etmek ve insanlığı yeniden ortaçağ karanlıklarına döndürmek demektir. Post-modernizm dedikleri, “pre-modernizm” olmasın?

Küresel burjuvazi kendi çıkarlarını savunuyor ve o çıkarların teorisini yapıyor. Bugün en zengin 500 kişinin mal varlığı, dünya nüfusunun yarısının toplam mal varlığına eşit. Demek ki toplam nüfus içinde yüzdesi bile yapılamayacak denli küçük bir azınlık, dünya kaynaklarının neredeyse tamamına el koymuş durumda. Böyle bir tablo ancak imparatorlar, krallar, sultanlar dünyasında geçerli olabilir. Böyle bir tabloya karşı isyanı önlemeye ancak “Tanrının gücü” yetebilir. Böyle bir tabloya sadece Marx değil, Voltaire de isyan edecektir. İşte bu nedenle hem sosyalizm hem de Aydınlanma “öldürülmeye” çalışılıyor.

Küresel burjuvazinin artık Aydınlanmaya ihtiyacı yok. Onun kendine bağımlı bir “din”e, “dinler arası diyalog”a, “medeniyetler ittifakı”na, “ılımlı din”e ihtiyacı var. İnsanın kadercilikten kurtulması, kadere isyan etmesi, kendi kaderini kendi ellerine alması, yani Modernizm, yani Aydınlanma ve onların yetmediği noktada sosyalizm, küresel burjuvazinin kabusudur.

 

Küresel burjuvazi ve uygarlık krizi

8) Günümüzde herkes kapitalist sistemin krizinden söz ediyor. Bazıları dönemsel (döngüsel) bir kriz yaşandığını, bazı tedbirler ve bazı fedalarla bu krizin de atlatılabileceğini söylüyor. Bazıları biraz daha karamsar, “yapısal bir kriz”den söz ediyor ve daha köktenci tedbirler gerektiğinden dem vuruyorlar.

Oysa ne “dönemsel” ne de “yapısal” kriz kavramları bunalımın derinliğini açıklamakta yeterli; söz konusu olan artık bir “uygarlık krizi”dir. Mevcut burjuva uygarlığı, gerek dünya çapında gerekse yerel çapta, insanlığın temel hiçbir sorununu çözemiyor. Yapıcılık potansiyelini tamamen yitirmiştir. Sadece yıkıcılık ve kaos üretebiliyor.

Burjuva uygarlığının şafağında Modernizm, Bilimsel Devrim ve Aydınlanma, insanlığa büyük kurtuluş umutları, büyük çözümler ve yepyeni bir toplum ve evren modeli sundu. Toplumların ilerlemesi ve gelişmesi için farklı bir yol haritası çizdi. İnsan kendi aklıyla, doğayı, evreni, toplumu kavrayabilir ve dönüştürebilirdi; doğaüstü bir gücün yönlendirmesine ihtiyacı yoktu. Genç burjuvazi umutluydu, dinamikti, maceracıydı ve ilerlemeciydi. Bu umudunu toplumun diğer katmanlarına da aşılayabilmişti.

Günümüz burjuvazisi ise, gençlik dönemindeki bütün bu niteliklerini küpeşteden atmıştır. Büyük çözümler, kurtuluş ideolojileri, ilerleme, gelişme, üretim, doğanın kavranabileceği anlayışı, umut, bütün bu kavramlar günümüzün post-modernist burjuvazisinin hedef tahtasındadır. Burjuvazinin gelecek kurgucuları bile, insanlığa ancak teknolojik bir “yeni ortaçağ” vaat edebiliyorlar. Belirlenemezciliğin, mistisizmin, kaderciliğin, karamsarlığın, bilimdışılığın başat olduğu bir düşünsel ortam yaratıyorlar. 16.-17. yüzyıllarda üretilen ütopyalar ve gelecek kurguları ile günümüzdekileri karşılaştırdığımızda burjuvazinin dönüşümü de anlaşılabilir. Burjuvazi yaşlanmış ve çürümüştür ve bu çürümüşlük toplumun bütün katmanlarına sirayet ediyor.

Bu tam anlamıyla bir uygarlık krizi durumudur. Bireycileşmiş, ortak davranış ve dayanışma ruhunu yitirmiş, birbirinin kurdu olmuş, aynı zamanda kitle iletişim araçlarıyla uyutulmuş, maymunlaştırılmış, sistemin koyunu olmuş, küçük bireysel anlık hazlarından ötesini düşünemeyen, gelecek umudunu yitirmiş, yetinmeci, kaderci ve mistik “insancık”lardan oluşan bir toplum. Birkaç yüzyıl öncesinin hırslı, umutlu, maceracı, üretici, buluşçu bireylerinden oluşan genç burjuva toplumunun yerini işte böyle bir “toplumcuk” almıştır. Bu “toplumcuk”un tepesinde de, neredeyse bir toplumsal sınıf olma niteliğini bile kaybetmiş, üretimden kopmuş, ama dünya kaynaklarının ve insan emeğinin üzerine çökmüş çok küçük bir azınlık, bir kabuk: küresel burjuvazi. Tıpkı Roma’nın, Bizans’ın, Osmanlı’nın, Fransız Krallığının, Rus Çarlığının son demlerinde olduğu gibi.

Aydınlanmanın ve sosyalizmin “öldürüldüğü” bir toplum, işte böyle bir toplumdur. İnsanlığın bu kabuğu söküp atacak yepyeni bir uygarlık anlayışına, yeni bir Aydınlanma atağına, yeni değerlere, yeni bir gelecek projesine ihtiyacı var. Yukardan bakıldığında dayanılmaz bir çürümüşlük ve kokuşmuşluk gözüküyor; ama aşağıdan bakıldığında bu yeni umudun doğum sancıları sezilebilir. Yine tıpkı Roma’nın, Bizans’ın, Osmanlı’nın, Fransız Krallığının, Rus Çarlığının son demlerinde olduğu gibi.

 

Emekçi Aydınlanması

9) Burjuva Aydınlanması, emek-sermaye çelişkisinin sermayenin önderliğinde çözüleceği ilkesine dayanmıştı. Emeğin el konarak bir araya getirilmiş hali olan sermaye, toplumun ilerlemesinin motoru olacaktı. Bir dönem oldu da… Öte yandan burjuva Aydınlanması, ilk enerjisini, dünyanın Avrupa dışında kalan toplumlarının o güne dek yarattıkları birikimlerini talan ederek elde etti. Dolayısıyla burjuva uygarlığı, Avrupa dışındaki halklar için en başından itibaren yıkım ve talan anlamına geldi ve Aydınlanmanın büyük idealleri hiçbir zaman o halkları kapsamadı. Çoğu Aydınlanma filozofunun, sıra ezilen halklara geldiğinde nasıl birer sömürgeciye (hatta ırkçıya) dönüştüğü bilinir. Ezilen halklar o ideallerle, ancak kafalarını kaldırıp emperyalist burjuvaziye karşı başkaldırdıklarında tanıştılar.

Burjuva uygarlığının giderek çürümesine yol açan bu iki temel çelişkisi (emek-sermaye ve ezen-ezilen çelişkileri), yeni bir Aydınlanma atağının -en azından- nasıl olmaması gerektiğini ortaya koyuyor.

Yeni Aydınlanma, birincisi, emek-sermaye çelişkisinin emek lehine çözülerek ortadan kaldırılması zemininde oluşabilir. Sermayenin önderliği, burjuva Aydınlanmasına “yukarıdan aşağıya” bir nitelik kazandırmıştı. Aydınlananlar, cahilleri aydınlatacaktı. Aydınlanma düşünürlerinin eğitime kilit rol atfetmeleri bundandır. Sermayenin dağıtılması zemininde oluşacak Emekçi Aydınlanması ise, “aşağıdan yukarıya” bir nitelik kazanacaktır: Toplumun kendi pratiğiyle köktenci bir biçimde dönüşümü. İnsanlığın gelişim düzeyi göz önüne alındığında bu noktaya bugünden yarına ulaşmaya olanak yok, dolayısıyla tabii ki öncüye ve örgüte (parti, devlet vb.) ihtiyaç duyulacaktır, ama aşağıdan yukarıya köklü dönüşüm perspektifi hiçbir zaman terk edilmeden. Burjuva demokrasisi ile emekçi demokrasisi arasındaki fark da budur.

İkincisi, Emekçi Aydınlanmasının başka bir alandan talan edilerek getirilecek bir “ilk birikim”e ihtiyacı yoktur. Emekçi Uygarlığının ilk birikimi, el konulan büyük sermayedir; daha doğrusu kapitalizm koşullarında ekonomik zor yoluyla yoğunlaştırılmış emeğin özgür bırakılması ve örgütlü toplum tarafından toplumun çıkarları doğrultusunda kullanılması.

Üçüncüsü: Emekçi Aydınlanmasının laiklik ilkesi, bilimin toplumsallaştırılmasıdır. Bu ilke, din-bilim çatışması zemininde değil, toplum-bilim çelişkisinin uyumlu bir biçimde çözülmesi zemininde hayat bulacaktır.

Dördüncüsü, Emekçi Aydınlanması, dünyanın bütün halklarının özgün uygarlık birikimlerinin (eşitlik, özgürlük ve güvenlik için verilen mücadele içinde kazanılan birikim) miras kabul edilmesi, evrensel bir potada eritilerek damıtılması ve yepyeni bir senteze ulaşılması perspektifine sahip olacaktır. Burjuva Aydınlanması pratiği çok büyük bir miras bıraktı, ama insanlığın mevcut mirası bundan ibaret değil. Bir coğrafyanın başka bir coğrafyanın yıkımı pahasına yükselmesi, sermaye uygarlığının niteliğidir. Emekçi Aydınlanmasının potası, bütün insanlığı kapsayacak denli geniş olacaktır.

 

Halkın inançları - Egemenlerin Dini

Din olgusuna yaklaşım konusunu incelerken kritik nokta, “halkın inançları” ile “egemenlerin dini”ni birbirinden ayırmaktır. İnsanların süregelen dinsel inançları ile hakim sınıfların bir egemenlik aracı olarak kurumsallaştırılmış din birbirinden ayrıştırılmalı ve farklı yaklaşımlar geliştirilmelidir. Bir yaratıcıya inanmak, namaz kılmak, oruç tutmak vb. ile -örneğin- halifelik kurumu birbirinden farklıdır. Birincileri dönüştürmek yüzyıllar alacak bir süreçtir ve esas olarak dostlar arası bir mücadelenin (halk içindeki çelişkilerin) konusudur; dolayısıyla ancak karşılıklı saygı ve ikna gibi dostça yöntemlerle, zamana yayılarak ve kitlelerin kendi pratikleri içinde çözüme kavuşturulabilir. İkincisi (egemenlerin dini) ise egemenleri alaşağı edecek demokratik bir devrimin doğrudan hedefi durumundadır.

İlericiler, sosyalistler tabii ki bilimsel düşünceden yanadırlar; bu mevziden hiçbir biçimde (hiçbir politik gerekçeyle) geri adım atmamalıdırlar. Ama din düşmanı değildirler. Dini (dinsel argümanları) tarihsel ve sosyolojik bir olgu olarak ele alırlar ve felsefi, ideolojik, politik düzlemlerde bilimsel yöntemlerle çözümlemeye çalışırlar.

Bu noktada ciddi bir ideolojik-politik mücadele yaşanır. Egemenler kendi kurumsallaştırılmış dinleri ile halkın dinini aynılaştırmaya, çakıştırmaya çalışırlar ve halkı dinliler-dinsizler (inançlılar-inançsızlar) veya dinciler-laikler biçiminde bölmeyi hedeflerler. Bu tuzağa düşmemenin, dahası onları kendi silahları ile vurmanın yolu, başta da belirttiğimiz gibi, halkın inançları ile egemenlerin dininin birbirinden ayrıştırılması ve bu ayrıştırmanın politikalarının ustalıkla oluşturulmasıdır.

 

Halkın inançları ile egemenlerin dini arasında irice bir fark var!

Bu ayrıştırma bir zorlama mıdır? Yoksa tarihsel ve sosyolojik bir gerçeğe mi oturuyor?

İnsan toplulukları çok eski çağlardan beri bilemedikleri, anlayamadıkları, karşısında çaresiz kaldıkları olguların doğaüstü bazı güçlerin tasarrufu olduğuna inandılar. Bu doğaüstü güçleri simgeleştirdiler, onlara taptılar, yardım dilediler. Başlarına gelen olumsuzlukların, bu doğaüstü güçlerin cezalandırması olduğunu düşündüler. Cezalandırılmamak için çeşitli tapınç biçimleri ve ritüeller geliştirdiler. Aralarından bazılarının bu doğaüstü güçlerle iletişim yeteneği olduğuna inandılar. Bin bir çeşidi bulunan bütün bu inanç sistemlerini dinin kökenleri olarak niteleyebiliriz ama henüz “din” diyemeyiz.

Kurumsal bir yapı olarak dinler, uygarlık ile, yani insan topluluklarının karşıt sınıflara bölünmesi ile ortaya çıktı. Devlet, ordu ve din, bütün bunlar, aynı toplumsal koşulların ürünüdürler ve “uygarlık paketi”nin farklı işlevleri üstlenmiş (ama birbirlerine bağlı) mekanizmalarıdırlar. Nasıl devlet yönetim tekeli, ordu silah tekeli demekse, din de inanç tekeli demektir. Özellikle verimli coğrafyalarda yaşayan insan toplulukları öyle bir üretim düzeyine ulaşmışlardı ki, bir toplumsal artı doğmuştu. Bu üretim düzeyinin sürekliliğinin sağlanması ve toplumsal artının bölüşülmesi için devlete; toplumun dıştan (barbar topluluklardan) gelecek saldırılara karşı korunması için ve dengesiz bölüşüme karşı toplum içinden yükselebilecek itirazları bastırmak için orduya; toplum üyelerinin kendi rızaları ile kurulu düzene boyun eğmelerinin (yani ideolojik hegemonyanın) sağlanması için dine ihtiyaç vardı ve bu mekanizmalar geliştirildi. Yöneticiler, askerler ve din adamları egemen sınıfı oluşturdular.

Görüldüğü gibi yönetim, güvenlik ve inanç, uygarlık ile (bir toplumsal artının doğuşu ile) birlikte zorunlu olarak profesyonelleşti. Başlangıçta bu profesyonelleşme insanlık tarihinin gördüğü en büyük devrimdi; çünkü devlet, ordu ve din, doğaya ve barbarlığa karşı büyük bir zaferin ürünüydüler. Ama bu zaferin bir bedeli vardı: İnsanın kendi emeğine (bedensel ve zihinsel pratiğine) yabancılaşması. Bu pratiğin “düzen”lenmesinden kopması, “kendisi için” olmayı terk etmesi. Güvenlik uğruna, özgürlük feda edildi (Hâlâ da feda edilmektedir, gerek bireyler gerek toplumlar tarafından; hâlâ çözülememiştir bu kadim çelişki).

Din, bir düzen getirdi. Halkın inançlarını soyutladı, düzenledi, kurumsallaştırdı. Ama aynı zamanda (giderek) bir yabancılaştırma getirdi. Halk, inançlarına yabancılaştı. İnancı kendisinin olmaktan çıktı, kendisine dikte edilir oldu. Neye inanacağı din adamları (egemenler) tarafından tespit edilir oldu. Din, düzenlenmiş, kurumsallaştırılmış inançtır; ama aynı zamanda yabancılaştırılmış inançtır.

Halkın inançları ile egemenlerin dini arasındaki fark, bu sosyolojik olgudan kaynaklanır. Bu farkın oluşmasının temelinde, uygarlık ile birlikte toplumun karşıt sınıflara bölünmesi yatar. Moda deyimiyle, halkın inançları ile egemenlerin dini arasında irice bir fark var; yaklaşık 5-6 bin yıllık derinliği olan bir fark. Kısacası, sınıfsal bir farktır bu.

Egemenlik sistemi ve egemenler yok edilebilir. Ama halkı yok edemezsiniz. Dolayısıyla egemenlerin kurumsallaştırılmış dinine yaklaşım ile halkın inançları bağlamında dine yaklaşım farklı olmalıdır.

 

Allah bir midir?

Allah’ın tekleştirilmesi muazzam bir düşünsel devrimdi (tabii büyük toplumsal devrimler eşliğinde). Tektanrılı dinlerin oluşumu aynı zamanda, belki de tarihin gördüğü en büyük laikleşme atılımıydı. Tektanrıcılık ile, kutsallaştırma (Tanrı) günlük hayattan önemli ölçüde çıkarıldı, soyutlaştırıldı ve göklere sürüldü. Tektanrılı dinlerin büyük liderleri Musa, İsa ve Muhammed, tarihin gördüğü en büyük tanrı yıkıcılarıydı. Mısır firavunlarına, Roma imparatorlarına ve Mekkeli zalimlere karşı yapılmıştır bu büyük toplumsal ve düşünsel atılımlar.

Ama bu, madalyonun bir yüzü. Gerçekte, Allah teke indirilmiş midir? Sınıflar ortadan kaldırılmadıkça, Allah “bir” olabilir mi? Çoktanrıcılığa karşı zafer geri dönüşsüz biçimde kazanıldıktan sonra tektanrıcılığın da kurumsallaştığını ve yeni düzenin hakim ideolojisi haline geldiğini görüyoruz. Bu noktadan sonra “Allah birdir” söylemi, bildik “hepimiz aynı kayıktayız” söyleminin dinsel düzlemdeki ifadesinden başka bir şey değildi. Ezilenler, ezen-ezilen çelişkisinin farkına vardıkça, Allah’larının da farklı olduğunun farkına vardılar. Yönetenlerin Allah’ı ile yönetilenlerin Allah’ı bir değildi. İşlevleri de farklıydı. Aslında her sınıfın Allah’ı kendisine benziyordu. Tanrı insanı kendi suretinde yarattı denir ama aslında tersi doğrudur. İnsanlar Tanrı’yı kendi suretlerinde yaratırlar. İnsan topluluklarının karşıt sınıflara bölünmesiyle (uygarlıkla) birlikte, sınıflar tanrılarını kendi suretlerinde yarattılar.

Sınıf mücadelesinin keskin olmadığı, ezenlerin toplum üzerindeki hegemonyasının baskın olduğu dönemlerde, ezenlerin tanrısı da baskındır. Böyle dönemlerde ezenlerin tanrısı at oynatır; ezilenlerin tanrısı ise meydanı boş bırakır ve kalplere, vicdanlara çekilir. Ezenlerin tanrısı kapsayıcı, buyurucu, cezalandırıcı bir tanrıdır. Ezilenlerinki ise, koruyucu, yardım dilenilen, acıları hafifleten, pasif bir tanrı. Marx bu durumu çok güzel anlatır: “Dinsel sıkıntı bir yandan gerçek sıkıntının ifadesi, bir yandan da gerçek sıkıntıya karşı protestodur. Din aklın içinden atıldığı toplumsal koşulların ruhu olduğu gibi, ezilmiş yaratığın iç çekişidir, taş yürekli bir dünyanın ruhudur da. Din halkın afyonudur.” Boyun eğen ezilenin tanrısı afyon işlevi görür; hem uzlaşmacıdır (ezenlerin tanrısı ile uzlaşır) hem de acıları uyuşturucu ve öteleyicidir.

Ne zaman ki sınıf mücadelesi keskinleşir, ezilenler baş kaldırırlar, ezilenlerin tanrısı da vicdanlardan dışarı çıkıp ezenlerin tanrısının karşısına dikilir. İsyancı bir tanrı olur. Tıpkı, Musa’nın Tanrısının Mısır’ın tanrılarına, İsa’nın Tanrısının Roma’nın mağrur tanrılarına, Muhammed’in Allah’ının Mekke’nin putlarına başkaldırışı gibi. Tıpkı, Abbasi yönetimine başkaldıran Karmatilerin, Selçuklu’ya isyan eden Babailerin, Osmanlı’ya başkaldıran Bedreddinilerin, Avrupa feodallerine ve onların kilisesine karşı köylülerin isyanını örgütleyen Thomas Münzer’in Tanrısı gibi.

Aslında görüldüğü gibi süren sınıf mücadelesidir. Tanrılar bu mücadelenin suretleridir sadece. Ama ezilenler asıl yaratıcının kendileri olduğunu kavrayana dek, yani modern çağlara dek, sınıf mücadelesi bu kutsallaştırma kisvesi altında süregelmiştir.

 

Tanrı ihtiyacı (egemenler ve halk açısından)

Tanrı ihtiyacı nereden kaynaklanıyor? Bu sorunun yanıtı da, yönetenler ve halk açısından ayrı ayrı verilmelidir.

Egemen sınıfların tanrı ihtiyacı, samimi inançtan kaynaklanmaz. Devlet (tarihteki din devletleri bile) inanmaz; Tanrı (din) sadece bir araçtır. Egemen düzenin devamı için gerekli olan kurgulanmış bir araç. Savaşlar dua ederek kazanılmaz; güçlü ordular kurulmalı, savaş sanatı iyi bilinmelidir. Bütün savaş kuramcılarının eserlerini okuyun, hiçbirinde “komutanlar şöyle inançlı olmalıdır, böyle dua etmelidir” diye yazmazlar. Maliye, hukuk, iç ve dış ilişkiler vb. bütün devlet işleri tamamen dünyevi koşullar göz önüne alınarak yürütülür. Bu yeni bir olay da değildir; Sümerlerden beri böyledir.

O halde devletin (egemen sınıfların) neden dine ve tanrıya ihtiyacı var? Tebaayı yönetebilmek için, toplum üzerindeki ideolojik hegemonyalarını pekiştirmek için… Askerleri düşmanın üzerine ancak “Allah, Allah, Allah!” diye sürebilirsiniz; ama hepimizin bildiği ve Napolyon’un da itiraf ettiği gibi asıl slogan “Para, Para, Para!”dır. Egemen sınıflar açısından bu iki slogan aynıdır. Sadece asıl slogan halka Allah ambalajına sarılarak sunulmaktadır.

Kısacası, egemen sınıflar devleti yönetirken inançsızdırlar, halkı yönetirken ise inançlıymış gibi gözükürler. Yani “takiyye” yapmaktadırlar. Bu takiyye, egemenlerin laiklik anlayışına da yansır: Devlet işleri ile din işlerinin birbirinden ayrılması. Neden sadece devlet işlerini ayırıyorsunuz? Çünkü halkı yönetirken, dine ve Allah’a ihtiyacınız var. 

Egemen sınıflar üçkâğıtçı oldukları için takiyye yapmazlar; buna mecburdurlar. Uzlaşmaz bir çelişkiye (ezen-ezilen, sömüren-sömürülen) dayanan sistemlerini sürdürmeye çalışmak gibi, olanaksızlığı eninde sonunda ortaya çıkan bir hedefin peşindedirler. Bu nedenle kırk takla atmak zorundadırlar. Bu kırk taklanın en önde geleni de dindir (önde gelen bir diğerinin de milliyetçilik olduğu biliniyor).

Halkın (ezilenlerin) tanrı ihtiyacı ise eksikliğinden, daha doğrusu “kendisi için” olamamasından kaynaklanır. Kendi yapamadıklarını tanrıdan diler, tanrıdan bekler. Halkın tanrısı ile ilişkisi, çocuğun ana-babası ile ilişkisi gibidir. Sığınılan, koruyan, kollayan, yardım eden, cezasından korkulan, ama bağışlayan, her şeyi bilen, her an hazır ve nazır olan doğaüstü bir güç. Halkın tanrısı, halkın ezilme durumuna katlanmasını sağlar. Konumunu değiştiremeyen, dönüştüremeyen, kendisini yaratamayan kişi, ya akıl sağlığını yitirecektir, ya da tanrısına sığınacaktır. Bu son derece yakıcı bir ihtiyaçtır. Halk için bütün eksiklikleri ve zayıflıkları kapatan kapsayıcı bir güçtür tanrı. Tanrı, halkın zayıflığıdır, güçsüzlüğüdür, yumuşak karnıdır.

Halk inançlarında samimidir. Yönetim erkini elinde tutan egemenler gibi takiyyeci değildir, Tanrısını samimi olarak savunur. Tanrı onun son sığınağıdır; dolayısıyla dışardan gelip yıkmak isteyene karşı tanrısını büyük bir dirençle, can havliyle savunacaktır. Tanrı, halk için, “evdeki bulgur”dur.

 

Halk dindardır, ama laiktir

Halkın tanrısı, politik bir tanrı değildir. Vicdanların bir köşesinde durur; günlük işlere, dünya işlerine pek karışmaz. Hatta onun dünya işlerine karıştırılması, kirletilmesi, tartışılır kılınması anlamına gelir ki, ayıptır. Dediğimiz gibi Tanrı halkın son sığınağıdır, bir tür yastık altındaki bileziktir, zor zamanların garantisidir. Sığınaksız yapılmaz, ama sığınakta da yaşanmaz. Zaman zaman anımsanır: Kimisi günde beş vakit, kimisi Cuma’ları, kimisi ise sadece bayram sabahı. Bu konuda zorlama yapmak da ayıptır, vicdanlara müdahale olarak algılanır. Sıradan halk, içgüdüsel olarak, bu tür ritüellerin gerçek inancın ölçütü olmadığını bilir. Hatta bu tür ritüeller, belli bir kesim için samimi bir anımsama faaliyeti olsa da, çoğu kişi için dünya işlerinin yürütülmesinin bir aracıdır. Halkımız da mahalle çapında politika yapar; en azından Cuma’ları ibadet yerinde gözükür ki dışlanmasın, müşterisini kaybetmesin. Ama bu “şark kurnazlığı” vicdanen ayıp sayılır, açıkça savunulamaz; yapılır ama saklanır, utanılır.

Kısacası halk tanrısını gözbebeği gibi korur; onu kirli dünya işlerine mümkün olduğunca karıştırmamaya çalışır. Ancak çaresiz kaldığı zaman ona başvurur ki, aslında bunun bir çare olmadığının da farkındadır. “İşimiz Allah’a kaldı” sözünü “tamam şimdi rahatladık, bütün sorunlarımız her şeye gücü yeten bir kuvvet tarafından çözülecek” anlamında mı kullanırız, yoksa çaresizliğin bir ifadesi olarak mı? “Allah seni ıslah etsin/belanı versin/kahretsin” sözleri de hep çaresizliğin dışavurumudur. “Ne dedim ne yaptımsa dinletemedim” anlamına gelir, yoksa “işte şimdi o seni doğru yola getirir” anlamına değil. Anne sınava giden çocuğunu “Allah zihin açıklığı versin” diye uğurlar. Ama işini Allah’a bırakmamak için önceden her türlü tedbirini de almaya çalışır: Çocuğun sınava hazırlanabilmesi için her türlü fedakârlığı yapar, gece uykusunu almasını sağlar, sabah özenle kahvaltısını hazırlar… Yani tüm dünyevi (bilimsel) gerekleri yerine getirir. Zihin açıklığı dileği, son bir psikolojik destek anlamındadır; daha çok da anne için…

 

Halk laiktir. Dindardır-inançlıdır, ama laiktir. Hem de laikliğe gerçek içeriğini verir, onu sınırlamaz. Öte dünya işleri ile dünya işlerini (sadece devlet işleri değil) birbirine karıştırmama anlamında -yani doğal olarak- laiktir. Dindarlığı öte dünya içindir; bu dünyada (doğada) çaresi olmayan tek olgu (ölüm) karşısında vakur kalabilme anlamında inançlıdır. Yoksa bu dünyanın (doğanın) bütün işlerini dünyevi yöntemlerle çözmeye eğilimlidir. Böyle bir çözümü gördüğü an hemen ona sarılır; işini Allah’a bırakmaz. Allah’ını boş yere meşgul etmez!

Bu laiklik, uygarlık sürecinin yarattığı büyük bir kazanımıdır. Uygarlık, insanlığın, doğa ve toplum olayları karşısında kendi kaderini kendi ellerine alabilmesinin yolunu açtı. Yaşam etkinliklerinin giderek çoğalan bölümünü doğaüstü güçlerin elinden aldı, insana verdi. Tabii ki bedeller ödendi ve hâlâ ödeniyor: Sınıflaşma, sömürü ve bunların aracı olarak devlet, ordu ve din. Ama uygarlık sürecinin temelde yarattığı muazzam birikim de yadsınamaz. Zaten bu birikim sayesindedir ki, bugün sınıfsız, sömürüsüz ve devletsiz bir uygarlık modeli insanlığın ufku içine girebilmiştir.

 

Egemenler ne dindardır ne de laik

Egemenler ise ne dindardır ne de laik. Egemenlerin tanrısı politik bir tanrıdır. Yönetmek, buyurmak, savaşmak ve cezalandırmak zorundadır. Dolayısıyla aktiftir, dünya işlerinin içindedir. Daha doğrusu egemen sınıflar, bütün bu işleri yapabilmek için bir tanrı icat ederler ve onu kullanırlar. En başlarda kendilerini tanrılaştırarak, sonraları “Tanrı adına”, daha sonra da “Tanrı vasıtasıyla”… Tanrıyı dünya işlerinde kullandıkları için laik değildirler. Tanrıyı sadece araç olarak kullandıkları için de inançlı ve dindar değildirler. Bireylerden bağımsız olarak, sınıfsal konumları gereği böyledirler.

Peki, egemenler neden böyle bir araç icat ettiler? İşlerini başka araçlarla sürdüremezler miydi? Bunun nedeni halkın (ezilenlerin, sömürülenlerin, yönetilenlerin) çok eski dönemlerden itibaren süregelen inançlılığıdır; günlük işleri kutsallaştırma geleneğidir. Böyle bir zemin olmasaydı, din diye bir araç da olmayacaktı; egemenler başka türlü ideolojik hegemonya araçları bulacaklardı.

 

Egemenlerin dini, halkın samimi inançlarının temelinde yükselir. O geleneksel inançların sistemleştirilmesi, tekelleştirilmesi, kurumsallaştırılması ile oluşturulur; şeriat budur. Bu süreç içinde din, kökenindeki inançlardan giderek kopar, başka bir şey olur. Ama yine de egemen ideolojinin halkın içine sızmasının, sirayet edebilmesinin en etkili araçlarından biri olma niteliğini korur. Tarihin en işlevsel icatlarından biridir din ve Tanrı.

Fakat yukarıda sözünü ettiğimiz uygarlık birikimi arttıkça, halk içinde süregelen kutsallaştırma geleneği törpülendikçe, halkın tanrısı giderek günlük hayattaki rolünü kaybedip vicdanlara çekildikçe, egemenlerin tanrısı da giderek soyutlaşır. Çoktanrıcılık kurumsallaştırılmış bir din sistemidir ama eski büyüsel düşünce geleneğinden de fazla kopmamıştır. Tektanrılı dinlerde ise Tanrı iyice soyutlaşmış, bu dünyadan uzaklaşmış, göklere sürülmüştür. Bilimsel Devrim ve Aydınlanma sonrasında ise Tanrı, bu dünyadan tamamen kopmuş, dünya işlerine umarsız bir Tanrıya dönüşmüştür. Newton’un Tanrısı sadece evrensel saati kurmuştur, ötesine karışmaz. Hatta günümüzün din baronları, Evrim’in bir olgu olduğunun ortaya çıkması ile birlikte, “ilk canı üfüren (ilk tohumu atan), ötesine karışmayan bir Tanrı” şekillendirmeye çalışmaktadırlar. Halkın tanrısı vicdanlara çekildikçe, egemenlerin tanrısı da göklere çekilir. Halk laikleştikçe, egemenler tanrılarını başka bir biçime sokup sunmaya çalışırlar. Bu süreç nereye kadar varır, bir “Tekno-Tanrı”ya, daha olasılıkçı, post-modern ve “demokrat” bir Tanrıya, tüm dinlerin daha üst bir kutsal sistemde birleştirilmesiyle oluşacak yeni ve farklı bir Tanrıya, hatta Tanrının işlevini de görecek başka bir hegemonik aracın oluşumuna (örneğin bilim!), yani tanrısızlığa ulaşır mı, yoksa halkın laikliği (bir emekçi aydınlanması) tüm egemenlik sistemini tanrılarıyla ve diğer ideolojik hegemonya aygıtlarıyla birlikte tarihe mi gömer, yoksa bir uygarlık çöküşü yaşanır da büyüsel düşünce dönemine geri mi dönülür, bunu gelecekteki toplumsal mücadele belirleyecek.

 

Sonuç

Çoğu entelektüel, hatta çoğu sosyalist, halka baktığında koyu bir dindarlık görür. Ya bu dindarlıkla savaşma yolunu seçer ya da uzlaşma. Bu ikisi de egemenlerin bakış açısından kopamamak ve onların tuzağına düşmek anlamına gelir. Oysa halka, Marie Curie’nin bir ton çamura yaklaştığı gibi yaklaşmak gerekir. Bir gram radyumun, başka hiçbir yerde değil, o bir ton çamurun içinde bulunduğu bilinmelidir.

Halkın laikliği (“doğal laiklik”), inançlarıyla iç içedir; birbirine karışmış haldedir. Öncü, bir ayrıştırma ve damıtma işlevi görebilmelidir. Tarih boyunca bu işlemi yapabilenler, halka bir düşman gibi değil, ergen bir kişinin ana-babasına yaklaştığı gibi yaklaşabilenler, halkın samimi laikliği ile birleşip, bu potansiyeli egemenlerin takiyyeci dinine (ve iktidarına) karşı yöneltebilenler başarılı toplumsal dönüşüm ve Aydınlanma hareketleri örgütleyebildiler. Bilimsel düşüncenin toplumsallaştırılması, bu noktada kilit bir yöntem olarak düşünülmelidir. 

 

Ender HELVACIOĞLU (Bilim ve Gelecek Dergisi Genel Yayın Yönetmeni)