2008’de Amerika’da patlak veren, hızla Avrupa’ya, Japonya’ya yayılan; adım adım çevre ekonomilerini ve Türkiye’yi de etkileyen uluslararası ekonomik krizin üretim ve milli gelir düzeyleri üzerindeki etkileri, iki yıl sürdü; 2010’a geçildiğinde ülkelerin çoğunda son buldu. Buna karşılık, krizin dünyanın dört bir köşesinde emekçi sınıflar, yoksul katmanlar üzerinde yarattığı yıkım; işsizlik, artan yoksullaşma ve bölüşüm bozuklukları halinde devam ediyor.
Uluslararası krizin kuşbakışı bir bilançosunu yapacak olursak, bir sistem olarak kapitalizmin, daha özel olarak da finans kapitalin ve emperyalizmin krizinin söz konusu olduğunu söyleyebiliyoruz. Türkiye’deki krizin bir bilançosu ise, siyasi iktidarların 2002-2007 yıllarında Türkiye ekonomisinin gelişimini uluslar arası sermayeye teslim etmiş olmasının faturasının 2008-2009’da ödendiğini; emperyalist sistemin çevresinde yer alan ekonomiler içinde en ağır etkilenen ülkelerden birinin Türkiye olduğunu göstermektedir.
Uluslararası kriz
Uluslararası kriz, kapitalist sistemin krizi olarak algılanmalıdır. Zira, bu bunalım kapitalist dünya sisteminin merkezinde, metropolünde patlak vermiş ve en gelişmiş, en olgun kapitalist ekonomilerin içsel çelişkilerini açık-seçik ortaya koymuş; sistemin krizlere gereksinim duyduğunu bir kez daha göstermiştir. Belki daha da önemlisi, kriz, kapitalist sistemin çıplak yüzünü, ahlâkî çürümüşlüğünü, devlet aygıtının sınıfsal içeriğini, egemen sınıfların ikiyüzlülüğünü ortaya çıkarmıştır. Ve bu nedenlerle kriz, kapitalizmi çok ağır bir meşruiyet bunalımı içine de sürüklemiştir. Ekonomik krizin makro-ekonomik göstergelere yansıyan boyutu, adım adım son bulmaktadır. Ancak, iki-üç yıl içinde ortaya çıkan meşruiyet bunalımının kapitalizme kalıcı bir leke bulaştırmıştır.
Meşruiyet bunalımının arka planında ne var? Öncelikle, kapitalist sistemin çıplak özünün sınırsız bir kazanç hırsına dayandığı ortaya çıktı ve frenlenmediği, denetlenmediği durumlarda bu hırsın insanî değerlerin tümüyle çiğnenmesine yol açacağı anlaşıldı. Değer sistemlerinde var olan çürüme, kriz ortamında ortaya çıktı.
Kapitalizminin tarihi boyunca, pek çoğu sınıf mücadeleleri sonunda oluşturulan kontrol-denetleme öğelerinin neoliberal dönemde adım adım tasfiyeye uğramış olduğunu biliyoruz. En ziyade tasfiyenin gerçekleştiği alan finansal sistemdi. Ve sözü edilen sınırsız kazanç hırsının tüm yansımaları, bu kriz vesilesiyle finansal sistemde ortaya çıktı.
Amerika’daki krizin arka planı adım adım izlendiğinde, çok vahim kriminal-ahlâk-dışı boyutlar gözlendi. Özellikle finans sisteminin, büyük ölçüde bir kumarhaneye dönüştüğü ve her kumarhaneye kaçınılmaz biçimde sızan hile, desise, sahtekârlık ve cürüm öğelerinin, sistemin tüm halkalarına nüfuz etmiş olduğu ortaya çıktı.
1997-1998 Asya krizi sırasında, burjuva iktisatçıları ve IMF-Dünya Bankası uzmanları, çevre ekonomilerinde devletin sınıfsal içeriğini “yarenler kapitalizmi” terimiyle yaftalayarak “keşfettiler”. Son iki yıl içinde “yarenler kapitalizmi” denen olgunun eksiksiz öğeleri Amerika’da, Avrupa’da ortaya çıktı. Üçüncü Dünya’da patlak veren geçmiş krizlerin tümünde ulusal ekonomilere IMF tarafından önerilen kaskatı talep kısıcı politika reçetelerin tam tersi son krizde ABD ve AB ülkelerinde hızla uygulanmaya konmuştur. Uluslararası sermayenin üst-örgütlerinde, IMF’de, “gelişmekte olan ekonomilerin krizlerine hatalı, insafsız reçeteler vermiş olduğumuzu fark ettik; hatalıymışız” türü bir öz-eleştirinin de ortaya çıkmamış olması dikkat çekicidir.
Uluslararası krizin sadece kapitalist sistemin değil, özellikle de finans kapitalin krizi olduğu da ortaya çıktı. Zira, kapitalizmin sınırsız kazanç hırsına dayalı çıplak özü, neoliberal dönemde en çok kuralsızlaştırılan, başıboş bırakılan alanda, yani finansal sistemde ortaya çıktı. Son otuz yıl içinde kapitalizm giderek artan boyutlarda finans kapitalin yönetimi altına girmedi. Bunu gerçekleştirmenin bir aracı, merkez bankalarının “enflasyonla mücadele” gerekçesiyle finansal sistemi şişkinleştirmeleriydi. Para politikaları, meta (mal ve ürün) piyasalarında fiyat artışlarının frenlenmesine; buna karşılık finansal varlıkların değerlerinde kesintisiz artışların gerçekleşmesi amacına odaklaştı. Bu da, sistemin artan boyutlarda parazitleşmesine yol açtı.
Parazit özellikleriyle finans kapitalin kazanç tutkusu, finansal getirilerin ekonominin büyüme hızıyla, üretken sektörlerde oluşan ortalama kâr haddiyle sınırlanmasını kabul edemez. Finans sermayesi; bu sermayeyi yönetenler ve onu besleyen rantiye katmanlar, ekonominin ortalama büyüme hızının sınırladığı getirilerle veya onunla tutarlı kâr oranlarıyla yetinmezler. Finansal varlıklardan oluşan servetteki değer artışları, başlangıçta ekonominin reel büyüme hızı tarafından kısıtlanmaz; kâğıt servetler kümesinde uzunca süreler boyunca yüzde 3’lerin, yüzde 5’lerin çok daha üstünde değer artışları mümkündür. Örneğin ABD’de 1992-2000 arasında New York Borsası, yani hisse senetlerinin toplam değerindeki artış, milli gelirdeki büyümenin on misli olmuştur. Bu tür kâğıttan servet artışlarının devamı için sürekli yeni finansal araçlar üretilir. Zincirleme bir dolaşım süreci içinde yaşayan, yaratılan menkul değerler ve bunların çeşitli türevleri, her el değiştirmede satıcıya, aracıya komisyon sağlar. Finansal şirketlerin kârları, yönetici gelirleri, tüm komisyon, tazminat ve primler ekonominin diğer sektörleri, emekçiler ve dış dünya tarafından karşılanmalıdır. Finansal sektörün kârları, toplam şirket kârlarının giderek artan bölümlerini oluşturmaya başlar. Farklı bir deyişler artı-değerden finans kapitalin ve rantiyelerin aldığı pay artma eğilimi gösterir.
Krizin arka planındaki en önemli çelişkilerden biri, finansal varlıklardaki değer artışlarıyla milli hasıladaki gelişme hızı arasındaki uyumsuzluğun yarattığı gerilimler olmuştur. Bu gerilimler, finansal varlıklardan oluşan servetlerin değer kazanma temposunun hızlanmasıyla tırmanır. Borsanın, gayrimenkullerin, devlet tahvillerinin, çeşitli borç senetlerinin ve bunların tümünden üretilen türev kâğıtlarının değer artışları finans kapitalin beslediği katmanların, şirketlerin, rantiyelerin servetlerinin yükselmesi anlamına gelir. Bu “sanal artış”lar, sonunda reel sektörler tarafından karşılanacaktır. Kâğıttan servetlerdeki değer artışlarının er veya geç gelir akımlarına dönüştürülmesi kaçınılmazdır. Servet sahibi olan bütün katmanlar kendilerini daha varlıklı hissedecekler, geleceklerinin güvence altında olduğunu düşünecek; ayrıca varlıklarını karşılık göstererek harcayabilecekler. Bu sanal servet şişkinliği, son dönemde abartılı borçlanmalarla (ipoteklerle) pompalanan konut mülkiyetine de yansıyacaktır.
Bu sürecin sonunda sıradan hane halklarının, ortalama tasarruf oranları giderek sıfıra yaklaşmıştır. Amerikan işçi sınıfı da bu oyuna ortak edilmiştir. Finansallaşma işçi sınıfının ücretlerini düşük tutup tüketimlerini arttırmanın formülünü de bulur. Değeri kâğıt üstünde yükselen konutlar yeniden ipotek ettirilerek kredi alınır. Emeklilik fonları borsaya yatırılmıştır. Borçlanma sayesinde tüketim, ücretlerdeki artış hızıyla sınırlanmadan yükseltilebilir.
Böylece başlayan finansal balonun şişmesi, er veya geç reel ekonominin sınırlarıyla karşı karşıya gelecek; bunları aşmanın yolları zorlanacaktır. Az sayıda seçenek vardır. Birincisi, üretken sektörlerden (sanayiden, tarımdan, bunların türevi olan taşımacılık, ulaştırma, haberleşme sektörlerinden; belli ölçülerde reel sektöre hizmet eden ticaretten) finans kesimine kaynak aktarılmasıdır. Bu sektörlerin üzerindeki baskıyı tahammül edilir kılabilmek için, ücretlerin frenlenmesi; verim artışlarının gerisinde seyretmesi gerekecektir. Öte yandan baskı altındaki ücretlerin talep daralmasına yol açmaması için emekçilerin (yukarıda değinilen mekanizmalarla) borçlandırılarak harcamaya yöneltilmesi söz konusu olacaktır.
Bu olanakları iç ekonomiye dayanarak genişletmenin sınırları vardır. Bu sınırları aşmanın sonuncu yöntemi ise, dış dünyadan kaynak aktarmaktır. Bu da krize giden sürecin emperyalizmle bağlantısını da ortaya koyuyor. Farklı bir ifadeyle 2008-2009 krizi emperyalizmin krizi olarak da ortaya çıkıyor.
Emperyalist sistem, daima, bir “hegemon güç”, bir “patron”, bir “süper-emperyalist” ülke içermiştir. 19. yüzyılda İngiltere; 20. yüzyılın büyük bir bölümünde Amerika bu konumdadır. Süper emperyalist konumun ayrıcalığı, sistemin çevresinden süper emperyalist metropole net kaynak aktarımının sistematik ve mümkün mertebe sürekli olması gerekir. Metropol çevreye sermaye ihraç eder; karşılığında çevreden metropole faiz-kâr aktarımı gerçekleşir. Bu iki akım arasındaki fark net kaynak aktarımı diye tanımlanır. Sistemin iki kutbu arasındaki net kaynak aktarımları tek yönlü değildir; “altın yumurtlayan tavuk”un (çevre ekonomilerinin) beslenmesi gerekir ve zaman zaman yem ve bakım maliyetlerinin (sermaye ihracının), yumurtaların değerini (kâr-faiz transferlerini) aşması söz konusu olabilir. Metropol ile çevre arasında, sarkacın iki yönlü salınımı, “hegemon güç” için geçerli değildir. Sadece süper-emperyalist konumdaki ekonomi daha uzun süreli, tek yönlü kaynak aktarımından yararlanma ayrıcalığına sahip olabilir. 19. yüzyılda İngiltere bu ayrıcalıklı konumdaydı ve bu, sömürgeler üzerindeki hukuki ve siyasi hegemonyadan kaynaklanmıştır. Emperyalist sistemin sonraki patronu olan ABD'nin ayrıcalığı ise doların dünya parası olmasından kaynaklanmıştır. Amerikan ekonomisi bu sayede dış dünyaya karşı sürekli açık verebiliyor; bir anlamda para basarak dünyayı ekonomik anlamda fethetme imkânına sahip olabilmiştir.
Süper emperyalist konumun getirdiği bu ayrıcalık Amerika’ya Bretton Woods sistemiyle bahşedilmişti. Doların altınla bağları son bulduktan sonra, ayrıcalıklı konum fiilen sürdürüldü. 1980 sonrasında kronik dış açıklar veren ABD dış dünyadan kaynak aktarımını kalıcı hale getirdi. Başlangıçta bu açıklar, kapitalist dünya sisteminin ana dengelerini bozmadan sürdürebilecek boyutlardaydı. Ancak, 1998-2007 yılları içinde hızla tırmandı; 800 milyar dolar eşiğini aştı. Sonunda dünya ekonomisindeki tüm ana bloklarının işlevi, Amerika’nın giderek artan tasarruf açığını kapatmak; ABD'nin tüketicilerini, emperyalist yayılmacılık nedeniyle açık veren devletini, şirketlerini beslemek haline geldi. Sonunda her yıl dış dünyadan Amerikan ekonomisine milli gelirinin %6’sı civarında net kaynak aktarılmaya başlandı.
Böylece Amerika’nın alacaklıları (örneğin Çin), ya ABD devletinin borç senetlerini kabul ederek doların değer yitirmesini önlediler; aynı zamanda emperyalist yayılmacılığın yol açtığı bütçe açıklarının finansmanını sağladılar. Ya da (örneğin petrol ihracatçıları ve Japonya) New York borsasına, doğrudan Amerika’daki emlâk piyasasına yatırım yaptılar. Finansal balonu daha da şişirdiler.
Bu durumun sürdürülemeyeceğini; abartılı boyutlarda şişen finansal balonun ya dıştan, ya da içten kaynaklanan bir dürtüyle patlayacağı kaçınılmaz hale gelmişti. Belirsizlik, “dıştan mı; içten mi, sönerek mi; patlayarak mı?” sorusunda yatıyordu. Sonunda, içeriden, gayri menkul piyasalarından başlayan bir patlama gerçekleşti. Önce Amerika’yı, sonra tüm dünyayı krize sürükledi.
Türkiye’nin krizi
Dünya ekonomisi 2002-2007 yıllarında bir canlanma konjonktüründen geçti. Her yerde büyüme hızlarının yükseldiği ve emperyalist sistemin metropolünden çevreye dönük sermaye hareketlerinin hızla arttığı bir dönem söz knusudur.
Türkiye’de bu dönem, büyük ölçüde AKP iktidarıyla örtüştü. Dış dünyadaki olumlu konjonktür, ekonominin gelişimi sermaye hareketlerine teslim edilerek kullanıldı. 2003-2007 yıllarında Türkiye ekonomisine 185 milyar dolar (sıcak para, borçlanma, doğrudan yatırım olarak) yabancı sermaye girdi. Dış kaynak girişlerine bağımlı hale gelen büyüme hızı 2002-2007 yıllarında ortalama %7.2’ye ulaştı. Makro-ekonomik politikalar 2008 Mayısına kadar kesintisiz sürdürülen IMF stand-by anlaşmalarına bağlandı Sosyal politikalar ve kurumsal düzenlemeler ise, büyük ölçüde Dünya Bankası’nın “yapısal reform” programları tarafından biçimlendirildi.
Bu ortamın, ekonomiyi daha dinamik ve kalıcı bir büyüme patikasına taşıdığı söylenemez. 2007’ye gelindiğinde, sermaye birikim oranı (%21.5), hâlâ 1998’deki oranın (%22.9’un) altındadır. IMF’nin Türkiye’yi yönettiği 1998-2007 yıllarının ortalama büyüme hızı (2002 sonrasındaki artışa rağmen) yüzde 3.5’tan ibarettir ve uluslararası kriz oramında ekonominin kırılganlığı 2008-2009’da ortaya çıkmıştır.
AKP iktidarı, IMF programı gereği para politikasında önce örtülü, sonra da açık olarak enflasyon hedeflemesine kilitlendi. Bu, reel olarak yüksek reel faiz oranlarını hedefleyen, döviz kurunu ise dalgalanmaya bırakan bir yaklaşımdır. Maliye politikası ise, kamu hizmetlerinin önceliğini reddetmiş; kamu borcunun döndürülmesine dönük olarak faiz dışı fazlanın hedeflenmesine kilitlenmiştir.
Hem para, hem de maliye politikası böylece daraltıcı özellikler taşımış; bu kanallardan ortaya çıkan etkiler, dış kaynak girişleriyle aşılmıştır. Şirketler, çok yüksek reel kredi faizleri nedeniyle, dövizle ve yurt dışından borçlanmaya yönelmişler; özel sektörün dış kredileri dış borçlanmayı dört nala artmıştır. Yüksek reel faizler, sıcak (spekülatif) kısa vadeli para girişlerini kamçılamıştır. Özelleştirme, banka, şirket, gayri menkul satışları biçimini alan (ve üretim, istihdam artışına, ihracata veya döviz tasarrufuna, teknolojik yeniliklere, sermaye stokunun büyümesine çok sınırlı katkı yapan) doğrudan yatırımlar artış göstermiştir. Bu üç kanaldan (dış kredilerden, sıcak paradan, doğrudan yatırımlardan) giren yüksek tempolu dış kaynaklar, döviz bolluğuna yol açmış; döviz kurları nominal olarak ucuzlamış, sözü geçen süreci yeniden besleyen bir kısır döngünün oluşmasına katkı yapmıştır. Ucuzlayan döviz nedeniyle, sanayi sektörünün girdileri içinde ithalatın payı yukarı çekilmiş; büyük ölçüde sanayi ürünlerinden oluşan ihracatın ithalata bağımlılığı da yükselmiştir. Bu süreçlerin sonunda ihracat artışları giderek artan oranlarda dış dünyada katma değer ve istihdam yaratmaya başlamıştır.
Ekonomi canlılık konjonktüründe ve dış kaynağa kendini teslim etmişken bozukluklar, kırılganlıklar siyasi iktidarca algılanamamıştır. 2008 krizinin arifesinde Türkiye ekonomisi 42 milyar dolar cari açık vermiştir. Ekonominin dış bağımlılığındaki artış nedeniyle, büyüme hızının yavaşladığı 2007-2008 yıllarında dahi cari açık oranı aşağıya çekilememiş; yüzde 6 eşiğine yapışıp kalmıştır. Ekonominin cari fazla verdiği 1994 ve 2001 krizlerinin aksine, son kriz yılı olan 2009’da 14 milyar dolar civarında dış açık verilmiş olması ilgi çekicidir. Dış bağımlılıklar, dış borçlanma kanalıyla da yoğunlaşmıştır. Tükiye’nin dış borçları AKP iktidarı yıllarında yüzde yüz oranında (2003’teki 144 milyar dolardan, Eylül 2008’de 292 milyar dolara) artışlar kaydetmiştir.
Son otuz yıldan bu yana çevre ekonomilerindeki (ve Türkiye’deki) krizlerin büyük çoğunluğu dış kaynak girişlerinde ani bir yavaşlama, durma veya tersine dönme sonunda patlak vermiştir. Türkiye’deki 1994 ve 2001 krizlerinin kaynağında da aynı etkenler vardı. Küreselleşme ideolojisinin körleştirmediği herkes biliyordu ki, “her çıkışın bir inişi vardır”. ABD’de patlak veren uluslararası kriz, 2008’in sonlarına doğru çevre ekonomilerine öncelikle bu kanaldan yayılmaya başladı.
Türkiye’de de, Ekim 2008 ile Ekim 2009 arasındaki on üç ay boyunca dış kaynak girişleri önce hızla yavaşladı, giderek net çıkışa dönüştü. Bu dönemde ekonomiden net yabancı sermaye çıkışı 10.8 milyar dolardır. Önceki on üç ay içinde ise, 75.7 milyar dolarlık yabancı sermaye girişi gerçekleşmişti. Bu anlamdaki dış kaynak girişinin tersine dönmesinin Türkiye ekonomisine 2008 milli gelirinin yüzde 11.7’sine ulaşan bir dış şok getirmiştir. Bu şokun etkileri, 14.3 milyar dolarlık kayıt-dışı (kaynağı meçhul) para girişi; yerli şirket ve bankaların yurt-dışı varlıklarından kaynaklanan 3.8 milyar dolarlık giriş ve 5.9 milyar dolarlık rezerv erimesi ile kısmen telâfi edilmiş; finansal sistemde dramatik çöküntüler önlenmiş; ancak, iç talebin hızla aşağı çekilmesine engel olamamıştır. 2008’in son çeyreğinde başlayan ekonomik daralma 2008’deki büyüme hızını yüzde 0.7’ye indirmiş; 2009’da ise ekonomi yüzde 4.7 oranında küçülmüştür. Buna karşılık, 2008-2009’a yayılan dört çeyreğin (Ekim 2008-Eylül 2009’un) milli gelir hareketlerini, daha önceki dört çeyrek ile karşılaştırırsak, krizli aylarda Türkiye ekonomisinin yüzde 7.8 oranında küçüldüğünü gözlüyoruz. 2008-2009 krizinin büyüme hızı üzerindeki gerçek yansımasını ifade eden bu küçülme hızı, tek bir takvim yılında yoğunlaşan 1994 ve 2001 krizlerine göre daha ağırdır.
Kapitalist sistemin ve Türkiye ekonomisinin tüm bunalımlarında gerçekleşen bir olgu 2008-2009 krizinde de gerçekleşmiş; krizin sosyal ve iktisadi yükü emekçi sınıflarca üstlenilmiştir. 2007-2009 arasında dar anlamda (yıllık ortalama) işsizlik oranı yüzde 11’den yüzde 14’e; geniş anlamdaki işsizlik ise yüzde 16.6’dan yüzde 20.6’ya yükselmiştir. 2009 ortalaması olarak (geniş anlamda) 5.5 milyon kişi işsizdir. Bu kriz, ücretlerin nominal olarak da düştüğü istisnaî bir özellik de taşımaktadır. Türkiye burjuvazisi, AKP iktidarı aracılığıyla kriz yönetimini denetim altına almış; bankalar krizli aylarda rekor kârlara ulaşabilmişlerdir.
Uluslararası kriz, çevre ekonomilerini ana hatlarıyla iki farklı konumda yakaladı:
Birinci grup, ABD’nin astronomik cari işlem açıklarının yarattığı son on yıllık ortama dış fazlalarla (veya en azından kabaca dış denge koşulları gerçekleştirerek) uyum sağlayan ekonomilerden oluşuyor. Büyük Asya ekonomilerinin hemen hemen tümü ve Latin Amerikalıların çoğu bu konumdadır. Bazıları dış fazla veya kabaca dış denge koşullarında yüksek büyüme hızlarına ulaşabilmişlerdir. Çin, Hindistan ve 2003 sonrası için Arjantin çarpıcı örneklerdir. 2008 sonundan itibaren bu ekonomiler için uluslararası sermaye, IMF ve G7’ler grubu, bütçe açıklarını artırarak iç talebi kamçılama reçetesi öneriyor.
İkinci grup ise, 2002-2007 yıllarını yüksek oranlı cari açık ve hızlı dış borç artışlarıyla yaşayan ülkelerden oluşuyor. Finansal krize kırılgan konumlarda yakalanan ülkeler bunlardır. Türkiye, Avrupa’nın eskşi sosyalist ülkeleri, Güney Afrika, Meksika bu gruba dahildir. Çevre ekonomilerine dönük yabancı sermaye akımlarında gerçekleşen “ani bir durma”nın, hatta olası bir “tersine dönüş”ün, bu ikinci gruptaki ekonomileri ciddi sarsıntılara sürüklemesi kaçınılmazdı. Bu ekonomiler için uluslararası sermayenin ve IMF’nin reçetesi farklıdır: “Dış borç yükümlülüklerinin kesintisiz yerine getirilmesi için daraltıcı makro politikalarla cari açığın aşağı çekilmesi gerekiyor.” IMF’nin kriz sonrasında imzaladığı tüm stand-by anlaşmaları ve Türkiye ile müzakerelerindeki talepleri aynı doğrultudadır. AKP hükümeti, 2009 yerel seçimlerinden sonra kabul ettiği Orta Vadeli Program ile ve Mayıs’ta ilan edilen “mali kural taslağı” ile, IMF reçetelerindeki makroekonomik politikalar, özellikle kamu maliyesine taşımıştır.
Başbakanın “teğet geçme” savlarına rağmen, Türkiye ekonomisinin 2008-2009 krizinden en ağır etkilenen çevre ekonomilerinden biri olduğu ortaya çıkmıştır. Petrol ihracatçısı olmayan en büyük yirmi “yükselen piyasa ekonomisi”nin 2008-2009’daki milli gelir hareketlerine bakıldığında ve önceki yıllarla karşılaştırıldığında, Türkiye ekonomisi (karşılaştırılan yıla göre) uluslararası krizden en ağır etkilenen üç ülkeden biri olarak belirlenmektedir. Karşılaştırma, IMF’nin “gelişmekte olan, yükselen, yeni sanayileşen” nitelemesine giren 145 ülkenin tümünü kapsayacak biçimde genişletilse, Türkiye’den “daha kötü” durumda olan sadece on dört ülke belirleniyor. Üç Baltık ülkesi, Ukrayna, Ermenistan ve yirmi ülkelik karşılaştırmada yer alan Macaristan ve Meksika dışındakiler Grenada, Bahama’lar gibi “minicik” veya Zimbabwe gibi istisnaî ülkelerden oluşuyor.
Böylece, uluslararası kriz, bir yandan emperyalist sistemin tümünde ve Türkiye’de sermayenin dünya çağındaki sınırsız tahakkümünü oluşturmayı hedefleyen kapsamlı bir saldırının sonucu, ürünü olarak ortaya çıkıyor. Kriz içinde ve sonrasında ortaya çıkan meşruiyet sorununu, çelişkileri, sözü geçen tahakküm sürecini zedelemeyecek biçimde perdeleme, dönüğştüğrme ve yönetme çabaları da hızla gündeme geliyor.
Dünyada ve Türkiye’de bunalım ortamının, halkın mevzilerini güçlendirecek sonuçlar vermesi de mümkündür. Sonuç peşinen öngörülemez. Sonucu, dünyanın dört bir köşesinde (ve Türkiye’de) emekçi sınıfların direnme, dayanışma ve mücadeleleri belirleyecektir.
Prof. Dr. Korkut BORATAV