Bir zamanlar tarım ülkesi Türkiye, artık gelişmiş ülkelerin pazarı konumunda. Artık ekonomisi bağımsız olmayan Türkiye siyasi olarak da bağımsız olamadığından tarım politikalarını dış nasihatlarla oluşturuyor. Bu da sektörün gerilemesine, bu alana hizmet veren kamu kurumlarının özelleştirilmesine, tarım ürünlerinin dışarıdan alınmasına, tarımın istihdamdaki payının düşmesine, kırsal alanın boşalmasına, işsizliğe, kısacası kaosa yol açıyor.
Ülkemizde 1980’de uygulamaya konan neo-liberal politikalar ülkemiz tarım sektörünü hızla geriletti. 24 Ocak 1980 kararları ile tarımsal destekleme kapsamı daraltıldı, ürün fiyatları baskılandı, iç ticaret hadleri keskin bir şekilde tarımın aleyhine döndü. Bunun sonucunda köylümüz Cumhuriyet tarihi boyunca en ağır fiyat çöküntüsü ile karşılaştı, tarım sektörü ciddi şekilde gerilemeye başladı. Bu uygulamaların önünde engel oluşturacak örgütlülükler de 12 Eylül 1980 askeri darbesi ile yok edildi.
1924 yılında kurulmuş olan Tarım Bakanlığı, 1985 yılında yeniden yapılandırılarak önemli genel müdürlüklerinin tamamı kapatıldı. Buna paralel olarak tarım alanındaki yetkiler birçok kamu kurumu arasında paylaştırılarak oluşturulan yetki çatışmaları, eşgüdüm yetersizlikleri ile birleştirilince etkisiz bir tarım yönetimi yaratıldı.
1980’lerin ortalarında zarar eden kamu kurumlarının özelleştirileceği söylemlerini duymaya başladık. Dünya Bankası (DB) desteği ile 1985 yılında “Özelleştirme Ana Planı” hazırlandı, 1986 yılında ise KİT’lerin Özelleştirilmesi Hakkında Yasa çıkarıldı. Zarar eden KİT bir türlü bulunamayınca öncelikle bu kurumlar ağır faiz yükü altında borçlandırılmaya ve 1990’ların ortalarından itibaren de özelleştirilmeye başlandılar. Günümüzde ise kar edenler de satıldı.
Az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin tarımında bağımlı yapılar oluşturmak, dışsatımda rekabet üstünlüğü olan AB ve ABD’nin dünya pazarlarındaki etkinliklerini artırmak amacıyla 1994 yılında imzalanan ve Dünya Ticaret Örgütü’nü kuran anlaşmalardan biri olan Uruguay Turu Tarım Anlaşmasına taraf olan Türkiye iç desteklerin azaltılması, pazara girişin kolaylaştırılması, dışsatım sübvansiyonlarının indirgenmesi taahhütlerini kabul etti.
AB ile imzaladığımız ve 1996’da uygulamaya giren, esas olarak da temel tarım ürünlerini kapsamayan, ama AB’nin Türkiye’ye göre bariz üstünlüğü bulunan içinde süt, tahıl ve şeker bulunan işlenmiş tarım ürünleri kapsama dahil edildi. Ancak, Türkiye’nin bariz üstünlüğü bulunan işlenmiş tarım ürünleri olan salça ve meyve suyu ise kapsam dışı tutuldu.
Tüm bu uygulamaların yanında Türkiye’nin tarımsal destekleme kapsamı da değiştirildi. Ülkemizde destekleme alımına 1932 yılında Ziraat Bankası vasıtasıyla buğday alımıyla başlandı. 1938’de Toprak Mahsulleri Ofisi’nin kurulmasıyla bu görev TMO’ya verildi. 1960’larda devlet destekleme kapsamına alınmış ürün sayısını 6’ya, 1970’lerin sonlarında 24’e çıkardı. Bu kapsamdaki ürün sayısı 5 Nisan 1994 kararlarıyla 9’a düşürüldü. 2000’li yıllarla birlikte tarımda Doğrudan Gelir Desteği (DGD) modeli uygulanmaya başlandı. Tarımsal üretimini artırmayı hedeflemesi gereken Türkiye uygulamaya koyduğu DGD ile üretimini daha da geriye götürdü.
1999 yılında IMF ile imzalanan Standby Anlaşması çerçevesinde Türkiye girdi ve çıktıya dayalı destekleme sistemi yerine DGD’ye geçecek, Tarım Satış Kooperatifleri Birlikleri ve Ziraat Bankası yeniden yapılandırılacak, KİT’ler özelleştirilecek, kamu otoritesinden bağımsız kurullar kurulacaktı. Bu önerileri tamamlar mahiyette 2001 yılında DB ile Tarım Reformu Uygulama Projesi imzalandı. IMF ve DB kaynaklı tarım politikalarının başarısızlığı yine DB raporu ile teyit edildi. Bu rapora göre 1999-2002 arasında tarımsal destekler 6 milyar dolar azalarak 1,1 milyar dolara indi, aynı dönemde tarımsal GSMH 27 milyar dolardan 22 milyar dolara geriledi, çiftçiler üzerindeki net etki, yaklaşık 4 milyar dolar tutarında yıllık zarar oldu, 2002-2003 reform döneminde suni gübre ve tarımsal kimyasal madde kullanımı %25-30 azaldı, DGD programı çiftçilerin maruz kaldığı net gelir kaybının yaklaşık %35-45’ini karşıladı.
AB ilerleme raporlarında ise Türkiye’den AB’nin kendi uyguladığı Ortak Tarım Politikası yerine, bu politikayla uzaktan yakından ilgisi olmayan IMF ve DB nasihatlarını uygulaması istenmektedir.
AB tarımına yılda yaklaşık 40 milyar avronun üzerinde, ABD ise 90 milyar doların üzerinde destek ayırırken Türkiye 2010 yılı için 5 milyar 600 milyon lira destek ayırdı. Bu miktar bütçemizin %2’si, milli gelirimizin ise %0,5’i kadardır. Oysa yine AKP iktidarı döneminde 2006 yılında çıkarılan Tarım Yasası’nda tarıma verilecek desteklerin %1’den az olamayacağı belirtilmektedir. Bu oran bugüne kadar yakalanabilmiş değildir.
AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılında tarımın istihdama katkısı %35’ten günümüzde %25’lere düştü. Buna karşılık ülkemizdeki işsizlik oranı aynı dönemler için %10’lardan %14’lere çıktı. Kırsal alan boşaldıkça işsizlerin sayıları da artıyor.
Yaşanan olumsuz gelişmelere paralel olarak son birkaç yılda buğday üretimimiz %4, arpa üretimi %24, kırmızı mercimek üretimi %40, kuru fasulye üretimi %22, pamuk üretimi %35, tütün üretimi %38 oranında geriledi. Üretimdeki bu gerilemeyle birlikte Türkiye’nin tarım ürünleri dış ticaretinde ithalat ön plana çıktı. Bu kapsamda AKP iktidarı döneminde 2003 yılında 400 milyon dolar, 2004 yılında 300 milyon dolar, 2007 yılında 900 milyon dolar, 2008 yılında rekor bir düzeyle 2 milyar 500 milyon dolar ve 2009 yılında da 300 milyon dolar dış ticaret açığı verildi. Tarım ülkesi Türkiye artık pazar haline getirilmiş durumda.
Hayvancılık sektörü açısından da ülkemiz oldukça gerilemiş durumda. 1926 yılında çıkarılmış olan Hayvan Islahı Yasası TBMM’de görüşülmeyi bekleyen yeni Gıda Yasası ile kaldırılacak. Hayvancılık sektörümüzün gelişmesine büyük katkı sunan ve 1952 yılında kurulan Et ve Balık Kurumu (EBK), 1956’da kurulan YEMSAN ve 1963’te kurulan Süt Endüstrisi Kurumu (SEK) 1980’lerin sonlarında faiz yüküyle borçlandırıldı, 1992’de özelleştirme kapsamına alındı ve 1993-2000 yılları arasında özelleştirildi. Bu kurumları alanların büyük bölümü üretim peşinde değil arsalarının rantı peşindeydi, bu nedenle üretim tesislerinin pek çoğu özelleştirmeden kısa süre sonra kapatıldı. Türkiye 2007-2008 yılları arasında büyük bir kuraklık yaşar, yem bitkileri ve yemlerin fiyatı hızla artarken, hayvancılık sektörüne verilen destekler yarı yarıya aşağı çekildi, üretici maliyetinin altında satışlar yapmak zorunda kaldı. Bu politikalar sonucunda 1980’lerde nüfusumuz 44 milyon iken büyük ve küçükbaş hayvan varlığı 80 milyon başın üzerindeydi. Günümüzde ise nüfusumuz 72,5 milyona çıkarken hayvan varlığımız 37 milyon başa geriledi. Ülkemizde yıllık kırmızı et tüketiminin 1 milyon 200 milyon ton civarında olduğu tahmin edilmekle birlikte görüldüğü üzere yarıdan fazlası kaçak kesimden oluşmaktadır. YEMSAN, EBK ve SEK’in özelleştirildiği dönemin başında kayıtlı kırmız et üretimi 742 bin tondan günümüzde 412 bin tona geriledi. Hayvanlarımızın veriminin yükselmesi sadece süt üretimimize olumlu yansımış olup aynı dönem için 9 milyon 600 bin tondan 12,5 milyon tona yükseldi. Bu politikalar halkımızın beslenmesi üzerine de doğrudan etki etti. Ülkemiz insanı yılda kişi başına 6 kg kırmızı et tüketirken bu miktar AB’de kişi başına 75 kg’dır. Süt üretimimiz de aynı şekilde kişi başına 17 litre iken AB’de 110 litredir. Hayvancılık sektörümüzdeki bu gidişe dur demek yerine, sektörü daha büyük bir yıkıma götürecek bir adım atılarak, sadece birkaç kombinası devletin elinde kalan EBK kasaplık hayvan ithalatı ile görevlendirildi. İthalat yapılacak ülkelerin birçoğunda deli dana hastalığı görülmekte olup bu hayvanları yiyenlerde de bu hastalık görülebilmekte ve ölümle sonuçlanmaktadır. Kimsenin hayvancılık politikalarını düzeltmek yerine insanlarımızı böyle bir riske atmaya hakkı yoktur. Kendi çiftçimizden sakınan destekler, ithalat yoluyla başka ülkelerin üreticileri ve halkları için kolaylıkla verilebilmektedir.
Özelleştirmeler ülkemizde işsizliği ve köle işçilik düzenini de beraberinde getirdi. 2008 yılında TEKEL özelleştirilerek British American Tobacco çokuluslu şirketine satıldı. Hemen ardından İstanbul, Adana, Bitlis, Malatya ve Tokat Sigara fabrikaları kapatıldı, sadece Ballıca fabrikası üretimini sürdürüyor. Özelleştirme esnasında mağdur edilmeyecekleri sözü verilen işçiler Yaprak Tütün İşleme Müdürlüklerine aktarıldı. Bu işletmeler ihraç etmek üzere üreticinin tütünlerini almaya devam ettiler. Ancak, verilen sözler tutulmayarak özelleştirmenin üzerinden daha 2 yıl geçmişken bu işletmelerin kapatılması gündeme gelince işçilere köle işçilik düzeni olan ve hiçbir güvencesi olmayan 4 C statüsüne 900 milyon TL maaşla geçmeye zorlandılar. Bir gazetecinin sorusu üzerine Meclis Başkanı sayın Mehmet Ali Şahin TEKEL işçisine önerdikleri maaşın çok, kendilerinin 10 milyar 200 milyon TL olan maaşlarını ise az bulmaktadır. Sayın Şahin haklılığını göstermek için de dışarıda bu işi asgari ücretle yapacak milyonlarca işsizi örnek göstermektedir. Ancak bu ülkede başbakanlığı da meclis başkanlığını da asgari ücretle yapacak milyonlarca işsiz olduğunu görmezden gelmektedir. Dolayısıyla fakirlik tüm bir ulusa, zenginlik ise kendilerine bölüştürülmektedir. Ayrıca Zeytinburnu ilk ve orta dereceli okullarda yapılan araştırmalara göre öğrenciler arasında sigara kullanma oranı %87’ye yükselmiştir.
Siyasi iktidarın tarımsal alanda en son özelleştirme hedefi ise Türkiye Şeker Fabrikaları AŞ (TŞFAŞ)’dir. TŞFAŞ bünyesindeki 25 fabrika özelleştirildiğinde tıpkı TEKEL’in özelleştirilmesinde yaşandığı üzere fabrikalarının birçoğu derhal kapatılacaktır. Daha özelleştirilmeden işçilerine 4 C statüsüne geçmelerini isteyen yazılar gönderilmektedir. Oysa KİT’ler Anadolu’nun her yerine yayılmış üretim tesisleri ile bölgeler arası kalkınma dengesizliklerini gidermek amacıyla kurulmuşlardır. Şeker fabrikaları çoğu yerde bulundukları şehirlerin tek sanayi tesisleridir. Fabrikalardan 8’i Doğu Anadolu bölgesinde bulunmakta, bu yöremizde çiftçimizin şeker pancarı üretimini teşvik etmektedir. Pancar pek çok bitkiye göre çiftçiye daha çok kazandırmakta, ayrıca sağladığı yüksek istihdamla köyden kente göçü önlemektedir. TÜİK rakamlarına göre ülkemizde her 6 kişiden biri yoksuldur. Kentlerde her 10 kişiden biri yoksulken, kırsal alanda her 3 kişiden biri yoksuldur. Hane halkı 7 kişi ve yukarısında olan kırsal alanda ise her 2 kişiden biri yoksuldur. Türkiye’de nüfusun yaklaşık %25’i kırsal alanda yaşarken, bu oran Güneydoğu Anadolu Bölgemizde %34, Doğu Anadolu Bölgemizde ise %47’ye yükselmektedir. Bu bölgelerimizde kırsal nüfusu en kalabalık iller arasında Siirt (%40,3), Adıyaman (%43,6), Şanlıurfa ve Mardin (%43,7), Ağrı (%50,1), Kars (%58,2), Muş (%65,8) ve Ardahan’ı (%67,5) sayabiliriz. Çocuk sayısı açısından ailelerin kalabalıklığı dikkate alındığında ise ülkemizin en yoksul insanlarının bu iki bölgemizde bulunduğunu net bir şekilde söyleyebiliriz. Yoksulluk bu bölgelerin en önemli sorunudur.
Doğu Anadolu Projesi kapsamında bölgedeki beş üniversite (Atatürk, Fırat, İnönü, Kafkas ve Yüzüncüyıl Üniversiteleri) tarafından hazırlanmış ve Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) tarafından 2000 yılında yayımlanmış “Tarım” raporunda;
Bu tespitlere göre ülke genelinde uygulanan kimi politikalar doğu ve güneydoğuyu doğrudan etkilemektedir. Bölge üniversiteleri, memur ve işçi ücretlerinin bu yörelerin ekonomisine katkısının büyük olduğunu belirttiğine göre, enflasyonun altında gerçekleşen maaş zamları bu yörelerimize oldukça olumsuz bir şekilde yansımaktadır. Ayrıca, bu bölgelerimiz cezalandırmak üzere sürülmüş memur yatağı olmaktan çıkarılmalıdır.
Üniversiteler tarafından bölgeyi kalkındırmanın en önemli yolu olarak tarım sektörü gösterilmektedir. Oysa ülkemizde tarım, 1980’den bu yana uygulanan neoliberal politikalar sonucu sürekli gerilemiştir. Kırsal nüfusu, dolayısıyla tarım nüfusu oldukça yüksek bu bölgelerimiz tarım politikalarından doğrudan etkilenmektedir. TÜİK’in verilerine göre Doğu Anadolu Bölgemizde, AKP’nin iktidar olduğu 2002-2008 yılları arasında baklagil üretimi %35, endüstriyel bitkiler üretimi %40, tahıl üretimi %25, yağlı tohum üretimi %30, yumru bitkiler üretimi %35 gerilemiştir. Güneydoğu Anadolu Bölgemizde de aynı ürünler için sırasıyla %25, %9, %12, %13 ve %43 gerileme olmuştur. Doğu Anadolu Bölgemizde 1990’lara göre büyükbaş hayvan sayımızda %7, küçükbaş hayvan sayımızda da %35 gerileme görülmektedir. 2002-2008 yılları arasında ise büyükbaş hayvan sayımız hemen hemen aynı sayıda kalırken küçükbaş hayvan sayımızda %9’luk bir gerileme yaşanmıştır. Güneydoğu Anadolu Bölgemizde ise 1990’lı yıllara göre büyükbaş hayvan sayımızda %10, küçükbaş hayvan sayımızda ise %30’luk bir gerileme görülmektedir. 2002-2008 yılları arasında ise büyükbaş ve küçükbaş hayvan sayıları neredeyse sabit kalmıştır. Tarım ve Köyişleri Bakanı her fırsatta tarımsal desteklerin, özellikle de hayvancılık desteklerinin AKP iktidarı zamanında oldukça fazla arttırıldığını her fırsatta söylemektedir. Ancak doğu ve güneydoğudaki bitkisel ve hayvansal üretim verilerindeki gerilemeler tarımsal desteklerin son derece yetersiz olduğunu göstermektedir. Üretimdeki gerileme tarım politikalarıyla yakından alakalıdır ve bölgenin yoksulluğunun önemli nedenlerinden biridir. Diğer yandan tarımsal üretimin azlığı, sanayiye yeterli hammadde üretilememesine ve sanayinin geri kalmasına neden olmaktadır. Şeker fabrikalarının özelleştirme kapsamından çıkarılması bu bölgemizdeki istihdam, tarımsal üretim ve hayvancılık açısından önemi çok büyüktür.
AB kırsal alan politikalarına son derece önem verip nüfusunu buralarda tutarken, ülkemizde uygulanan tarım politikaları sonucu bu alan hızla boşalmaktadır. Ülkemizde tarıma gereken önem verilmeli, tarıma dayalı sanayi teşvik edilmelidir. Tarımsal üretimde verimliliğin artması ve hayvancılığın gelişmesi açısından yem bitkileri ekimi teşvik edilmelidir. Bu kapsamda meralarımızın ıslahına da gereken önem verilmelidir. Özelleştirmeler işsizlik ve mutsuzluğu beraberinde getirmektedir. Bu uygulamalardan derhal vazgeçilmeli, devletin alana müdahale edebileceği kurumları mutlaka elinde olmalıdır. Her şeyden önemlisi de tarım politikamız dış nasihatlardan bağımsız, üreticimizin kazanacağı, tüketicimizin de ucuza satın alabileceği şekilde kurgulanmalıdır. Gıda güvenliğimizin sağlanması için kendi gıdamızı kendimiz üretmeliyiz.
Ahmet ATALIK (Ziraat Müh. Odası İstanbul Şube Başkanı)