Halkın Hakları Forumuna giderken sağlık hakkı üzerine

Çar, 06/06/2007 - 01:00
  • Arttır
  • Eksilt
  • Normal

“Sıradan bir insanın hayatı dünyanın en zengin adamının bütün mülkiyetinden daha değerlidir.” Oysa “halkın sağlığı bugün, zenginlerin diğer herkese karşı yürüttüğü sınıf savaşının kurbanıdır.”

 

Gazetelere üçüncü sayfa haberleri olarak yansıyan ve giderek daha sık karşılaştığımız “sağlık” rezaletleri, münferit vakalar olarak geçmişte kalmamakta, piyasalaşan sağlık sisteminin asli unsurları olarak bugünkü ve gelecekteki yaşamımıza yerleşmektedir. Yeni doğan ünitelerindeki bebek ölümleri, hastane enfeksiyonundan ölen hastalar, hastane kapısından çevrilerek sokak ortasında ölen yoksullar, hastane senedini ödeyemediği için hapse atılanlar ya da bir daha hastaneye gidemeyenler, salgın hastalıkların yeniden tehdit haline gelmesi, sağlık personelinin işini yapan temizlikçiler ya da temizlikçi kadrosundan işe alınan sağlık personelleri…

 

Bu manzara ülkeyi yönetenlerin, ideolojik ve sınıfsal tercihlerinin yansımasıdır: İnsanca bir yaşama karşı neo-liberalizm, emeğe karşı sermaye.

 

Sağlık alanındaki neo-liberal saldırının egemenler açısından çok kuvvetli itkileri bulunmaktadır. Sağlık hizmetleri piyasası, uluslararası sermayenin iştahını kabartan muazzam bir potansiyel taşımaktadır. 2005 yılı verilerine göre dünya çapındaki sağlık harcamalarının yıllık hacmi 4 trilyon doları bulmaktadır. Ancak, dünya çapında özel sektörün sağlık alanında kapladığı hacmin kamusal sağlık sistemlerinin kapladığı toplam hacmi aştığı ve sağlık harcamalarının yarıdan çoğununun artık cepten ödendiği mevcut manzara da sermayeye yetmemektedir.

 

Sermaye,

-         Sağlığın hala kamusal nitelik taşıyan unsurlarını da piyasanın denetimine almak ve böylece karlılık alanını genişletmek;

-         Çok uluslu sermayenin denetiminde sağlık turizmi merkezleri kurmak, bilgi teknolojilerindeki gelişmelerin sağladığı avantajlarla sağlık hizmetlerini uluslararası ölçekte taşeronlaştırmak ve böylece mekan kısıtlamasına takılmadan ucuz emek olanaklarından faydalanmak;

-         Fikri mülkiyet yasalarını bölgesel ya da ikili ticaret anlaşmaları ile pekiştirerek ilaç şirketlerinin hükümetlere meydan okuyan uluslararası yağmasını pekiştirmek hedefindedir.

 

Bu hedef,

-         Sağlık harcamaları artarken sağlık hizmetinden giderek daha az faydalanabilen toplumlar;

-         Hindistan örneğinde olduğu gibi, yetişmiş sağlık personeli artarken, bu personel uluslararası taşeron sağlık şirketlerinde dünyadaki daha zengin müşterilere hizmet etmek zorunda bırakıldığından, sağlık personeli sıkıntısı çeken toplumlar;

-         Bilim ve teknolojide muazzam ilerlemeler kaydedilirken, fikri mülkiyet hakları ilaç üretimi için birkaç çokuluslu şirketten başkasına şans tanımadığından, tedavi edilebilir hastalıklara milyonlarca kurban veren bir dünya anlamına gelmektedir.

 

Türkiye de, sermayenin sağlık alanındaki bu uluslararası yağma sürecine GATS anlaşması ile “itirazsız” biçimde teslim edilmiştir.

 

Bu yağma süreci uyarınca, IMF programlarıyla teslim alınan ülkeye, Dünya Bankası tarafından hazırlanan dönüşüm projeleriyle neo-liberal bir “deli gömleği” giydirilmek istenmektedir.

 

AKP hükümetinin bir iktidar dönemi boyunca uygulamak istediği ancak gerek programın nesnel olanaksızlıkları gerekse de toplumsal muhalefetin gösterdiği büyük direnç nedeniyle yalnızca bir bölümünü uygulamaya geçirebildiği Sağlıkta Dönüşüm Programı, Türkiye’de sağlık alanının bütünüyle piyasalaştırılmasının “formülü” olarak bizzat Dünya Bankası tarafından yazılmış, TÜSİAD tarafından onaylanmış ve uygulanmak üzere AKP hükümetinin eline verilmiştir.

 

Sağlıkta Dönüşüm Programı üç temel hedef üzerine kuruludur:

-         Sağlık kurumlarının işletmeleştirilmesi,

-         Birinci basamak sağlık hizmetlerinde Aile Hekimliği’ne geçilmesi,

-         Genel Sağlık Sigortası ile tek bir çatı sigorta yapısı oluşturulması.

 

Sağlık kurumlarının işletmeleştirilmesi:

Bu süreç ikili olarak işletilmiştir. Bir yandan özel sağlık kurumlarının önü açılmış, diğer yandan kamu sağlık kurumları kar zarar mantığıyla hizmet veren işletmeler haline getirilmiştir. Artık, hastalar müşteri, sağlık emekçileri işçi, hastane yönetimleri de işverendir. Yani hasta olan değil, parası olan sağlık hizmeti alabilecektir. Kamu sağlık kurumlarında gelen hastaya artık şikayetinin ne olduğu değil, ödemeyi nasıl yapacağı sorulmakta, nakit ödeyenler ön sıraya, sosyal güvencesi olanlar onun arkasına, parası olmayanlar da çıkış kapısına yönlendirilmektedir. Çünkü artık hastanelerde rehin devri bitmiştir.

 

Bir diğer sorun işçileşen sağlık personeline ilişkindir. Sağlık personeli artık bir maliyet unsuru haline gelmiştir. Ne kadar ucuza çalıştırsa o kadar iyidir. Bakanlığın, hastanelerin sağlık personeli ihtiyacının altında kadro açmasının ve sözleşmeli ve taşeron işçi çalıştırmaya yönelik yasal düzenlemelerin etkisiyle; temizlik ve yemek gibi yan unsurlardan başlayan taşeronlaştırma ve sözleşmeli personel çalıştırma uygulaması sağlık personellerine kadar uzamıştır. Hastanelerde hizmet, iş güvencesiz ve insanlık dışı koşullarda çalışan personel tarafından verilmektedir. Bu hem sağlık emekçisinin yaşam koşullarını tahrip etmekte, hem de bu sağlık emekçisinin halka verdiği hizmetin kalitesini düşürmektedir.

 

Diğer yandan sağlık emekçileri ne kadar kazandırırlarsa o kadar ücret alacakları bir sistemle; “performansa dayalı ücret” uygulamasıyla, tüccar zihniyetinin bir parçası haline getirilmektedir. Sağlık emekçisinden hastayı iyi etmesi değil, hastaya masraf çıkarması istenmektedir. Sistem sağlığı korunmuş bir toplumda sağlık kurumuna ve sağlık emekçisine düşük kazanç, sağlıksız ve tedaviye muhtaç bir toplumda da yüksek kazanç vaat etmektedir.

 

Aile Hekimliği

Dünya Bankası Aile Hekimliği’nin hedefini şu sözlerle özetlemektedir: “Aile Hekimliği Türkiye’de birinci basamak sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesinin en önemli adımıdır. Bu nedenle hükümete 2004 yılında 40 milyon Euro kredi verdik.”

 

Sağlık ocaklarının yerine getirilmek istenen Aile Hekimliği, belli bir bölgedeki nüfus ölçeğini temel alarak koruyucu sağlık hizmeti sunan sağlık ocaklarının yerine, bireyi merkeze alarak tedavi edici sağlık hizmetlerine yönelik bir sistemi savunmaktadır.

 

“Sağlıklı bir toplum”=“düşük kar”, “sağlıksız bir toplum”=“yüksek kar” ilkesine uygun olarak koruyucu sağlık hizmetlerinin tasfiyesi anlamına gelen Aile Hekimliği, aynı zamanda bir tahsildarlık müessesesi olarak tasarlanmıştır. Henüz yasalaşmamış olan Genel Sağlık Sigortası (GSS) uygulamaya geçtiği taktirde, Aile Hekimleri yalnızca GSS primlerini ödemiş olanlara hizmet verecektir. GSS primini ödemeyen sağlık hizmetinden yaralanamayacaktır.

 

GSS henüz yasalaşmadığı için pilot uygulamalarla hayata geçirilen sistem, ilk olarak Düzce’de uygulanmaya başlanmış, daha sonra da pilot uygulamanın 10 ile daha genişletilmiştir. Seçilen illerin, birinci basamak sağlık hizmetlerinde en iyi durumda olan iller olması, uygulamanın sorun gidermeye değil bir kamusal kazanımı gasp etmeye odaklandığını göstermektedir.

 

Düzce’deki uygulamanın sonuçları çarpıcıdır. Aile Hekimliğine geçilmesiyle; aşılama oranları düşmüş; aile planlaması hizmetleri düşmüş; ev ziyaretleri ortadan kalkmış, yoğun trafik nedeniyle insanlar saat 4-5’ten sonra hizmet alamamaya başlamış ya da sevke uymaksızın ikinci, üçüncü basamağa gitmeye başlamıştır. Hizmet kalitesinin düşmesine sağlık hizmetlerinin maliyetinin 10 kat artması eşlik etmiştir.

 

Aile Hekimliği, sağlık emekçisi açısından da büyük tepki görmüş, yüksek ücret tekliflerine rağmen hükümet gönüllü personel bulmakta zorlanmış, zorla atanan personelin bir kısmı istifa etmiştir. Halihazırdaki eğitimli Aile Hekimi sayısı ile, ülkenin ihtiyacı arasında büyük bir uçurum bulunmaktadır.

 

Genel Sağlık Sigortası

Sağlıkta Dönüşüm Programının en can alıcı hedeflerinden biri de sağlık hizmetinin finansmanı ve sunumunun birbirinden ayrılması; finansman için Genel Sağlık Sigortası (GSS) adı altında bir çatı oluşturulmasıdır. Nüfusun tamamını kapsayacağı iddia edilen GSS, asgari ücretin 1/3’ünden fazla gelire sahip olan herkesin sigorta primi ödemesini, ödemeyenlerin kapsam dışında bırakılmasını öngörmektedir. Sigortalılar içeriği her yıl yeniden belirlenen bir “Temel Teminat Paketi” kapsamındaki tedavilerden faydalanabilecek, kapsam dışı tedaviler için ise ya ek bir özel sigorta yaptıracak ya da cepten ödeme yapacaktır. Kapsam dışı tedaviler de ücretsiz verilemeyecek, yasaya göre hizmet bedelinin %50’sine kadar ulaşabilecek bir “katılım payı” ödenmesi istenecektir.

 

GSS’nin uygulanması halinde maliyeti yüksek, kronik rahatsızlıklar için tedavi şansı kalmayacağı, en iyi koşullarda dahi cepten ödemelerin artacağı öngörülebilir. Üstelik nüfusun yarıdan çoğunun kayıt dışı ekonomide çalıştığı, resmi rakamlara göre 22 milyonu aşkın herhangi bir sosyal güvenceye sahip olmayan yurttaşın bulunduğu hesaba katıldığında GSS’nin başlangıcından itibaren ülkeyi büyük bir krizin içine sürükleyeceği öngörülebilir. Bu risk bizzat Dünya Bankası raporlarında ifade edilmektedir.

 

Hükümet her şeye karşın GSS’yi yasalaştırmış ancak yoğun muhalefetle karşılanan yasa Anayasa Mahkemesi tarafından geri çevrilmiş ve bir kez daha “gelecek yıla” ertelenmiştir.

 

Bunlara ek olarak SSK ilaç fabrikaları kapatılmış, Avrupa Birliği’ne verilen taahhütler gereği uluslararası ilaç tekellerine tanınan olanaklar GATS anlaşmasının ötesine taşınarak tekellerin ilaç sektöründeki hakimiyeti perçinlenmiştir. Ana çocuk sağlığı merkezleri, veterinerlik birimleri (“Manisa Tavuk Aşıları Üretim ve Tavuk Hastalıkları Araştırma Enstitüsü”nün kapatılması çarpıcı bir örnektir) kapatılmış ya da ihmal edilmiştir. Yasal gerekliliklere rağmen yeni kamusal sağlık kurumları açılacak ve varolanlar da iyileştirilecek yerde, özel sağlık kurumları teşvik edilerek en ufak bir krizde yerle bir olacak binlerce özel polikliniğin pıtrak gibi serpilip gelişmesine yol açılmıştır. Böylece, AKP hükümetinin ilk 3,5 yıllık iktidarı döneminde sağlık alanına aktarılan kaynaklar yaklaşık iki katına çıkmıştır. Ama bunun çok büyük bir kısmı (yaklaşık %70’i) hizmet satın alma ya da teknoloji transferi yöntemiyle, özel kuruluşlara gitmiştir. Sadece ilaç oranlarının payı bile üç dört yıl içerisinde % 30’lardan % 45’lere çıkmıştır. Türkiye’deki sağlık harcamaları daha önce yaklaşık 9-10 milyar dolarken, 2005 yılı itibarıyla 19-20 milyar dolara çıkmıştır. Bunun % 70’i özel sağlık alanına aktarılan kaynak haline dönüştürülmüştür.

 

Ancak bu yağma süreci karşılıksız kalmamıştır. İnsan hayatı üzerinden yürütülen bu sınıf savaşı emek cephesinden yaygın bir itiraza konu olmuştur.

 

Sağlık kurumlarının işletmeleştirilmesi ve sağlık emekçilerine dayatılan düşük ücret ve güvencesizlik karşısından Türk Tabipler Birliği, Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası ve DİSK/ Devrimci Sağlık İşçileri Sendikası tarafından ayrı ayrı ve birlikte yürütülen mücadeleler önemli başarılara imza atmıştır.

 

Türk Tabipler Birliği’nin öncülük ettiği Beyaz Eylemler (ve G(ö)REVLER) süreci Sağlıkta Dönüşüm Programı gündemde olduğu sürece hükümetin karşısına (başbakanın deyimiyle) ana muhalefet partisinden daha etkili bir engel çıkarmıştır. İş güvencesi, insanca ücret ve herkese eşit, parasız, nitelikli, ulaşılabilir sağlık hakkı talebiyle örgütlenen bu eylemler hem diğer sağlık emekçilerini ve örgütlerini hem de kısmen de olsa halkın hizmet alan değişik katmanlarını taraf etmeyi başarmıştır. Bu süreçte sağlık sektöründeki emek örgütleri arasında yaşanan yakınlaşma, ortak mücadeleye yönelik bir zemin oluşumuna katkı sunmuştur.

 

Bu durum hükümeti daha temkinli davranmaya zorlamanın ötesinde, taşeron sağlık personelinin çalıştırılmasının hukuken engellenmesi ve GSS’nin Anayasa Mahkemesi’nden geri dönmesi gibi somut kazanımlarda doğrudan ya da dolaylı etkilerde bulunmuştur.

 

DİSK/ Dev Sağlık-İş’in sözleşmeli ve taşeron sağlık emekçileri içerisinde başlattığı mücadele de bu sürecin en parlak başarılarından biridir. Örgütlenemez denenler örgütlenmiş ve bu, çoğu zaman gerçekleştirilmesi imkansız bir hayal kabul edilen ortak mücadeleyle (TTB, SES ve Dev Sağlık-İş’in ortak mücadelesiyle) başarılmıştır. Sağlık emekçileri cephesinden yükselen bu tepkinin sağlıkta piyasalaşmanın tüm boyutlarına karşı çıkan bir perspektifle, yani aynı zamanda halkın sağlık hakkını savunma perspektifiyle de örgütleniyor oluşu umut vericidir.

 

Sağlıktaki neo-liberal dönüşüme karşı yükselen muhalefetin bir odağı da yoksul-emekçi halk örgütlenmeleridir. Sağlık hakkının gaspını en derinden biçimiyle yaşayan yoksullar, çoğu zaman toplumsal muhalefetin ezberini bozan yeni muhalefet hareketleriyle, yerel ve ulusal kampanyalarla sahneye çıkmaktadır.

 

2005 yılı sonbaharında Halkevleri’nin ülke çapında yürüttüğü “Parasız Eğitim, Parasız Sağlık” kampanyası, Sağlık Hakkı Mücadelesi’nin bir yoksul halk muhalefeti olarak gündeme gelmesini sağlayan bir girişim olmuştur. Sağlık Hakkı için Mücadele çağrısıyla 650 bini aşkın kişiye ulaşan Halkevleri, 3 bin kişilik merkezi bir mitingle bu mücadeleyi ilan etmiştir. Yoksul mahallelerde yürütülen “sağlık ocağımıza sahip çıkıyoruz”, “sağlık ocağımızı istiyoruz” kampanyaları; hastanelerde tedavi için talep edilen ek ücretlere karşı, ücretsiz tedavi hakkının kabul ettirildiği doğrudan eylemler yaygınlaşmış, yerel-somut hedeflerle bütünleşmiş sağlık hakkı mücadelesi ülkenin birçok bölgesinde Halkevlerinin rutin faaliyetinin bir parçası haline gelmiştir.

 

Kadın mücadelesi, barınma hakkı mücadelesi gibi diğer mücadele alanları da sağlık hakkı mücadelesiyle iç içe bir gelişim seyri izlemiştir. Ankara’da barınma hakkı için mücadele eden yoksullar, bir süre sonra “mahallemizde de, sağlıkta da yıkıma dur diyeceğiz” sloganlarıyla gecekondu mücadelesini, sağlık ocaklarının kapatılmasına karşı mücadeleyle bütünleştirmiştir. İstanbul’da kadın sağlığı seminerleri yürüten mahalleli kadınlar, “Herkes İçin Sağlık Kadınlar İçin Sağlık” sloganıyla bedenlerine ve sağlık ocaklarına sahip çıkma mücadelesinin iç içeliğini göstermektedirler. İzmit’te ise yoksul mahalle halkının Ana Çocuk Sağlığı Merkezi’nin kapatılmaması için süren direnişi, barınma hakkı mücadelesiyle bütünleşmiştir. İzmir’de yine diğer muhalefet örgütleriyle birlikte yoksul mahallelerde yürütülen “sağlık ocaklarımıza sahip çıkıyoruz” kampanyaları, yoksul halk örgütlenmeleri tarafından yürütülen sağlık hakkı mücadelesinin, somut bir muhalefet odağı olarak yükselmekte olduğunun işaretleridir. Karadeniz Halkevleri’nin bölgedeki kanser sorununun çözümü için, “kanser taraması, onkoloji hastanesi ve laboratuar, kanser mağduru kişi ve ailelere ücretsiz tedavi ve tazminat” talepleriyle yürüttüğü kampanya da bir diğer önemli gelişme olarak sayılmalıdır. Bu kampanyaların ayakları yere basan, somut hedeflerle ve somut bir kitle anlayışıyla örgütlendiği en son Beyaz Miting’de de görülmüş; Karadeniz halkı, Ankaralı gecekondulular sağlık hakkı mücadelesinin asli unsurları olarak sağlık emekçileriyle birlikte omuz omuza yürümüşlerdir..

 

Başta neo-liberal saldırı olmak üzere halkın sağlıklı yaşam koşulları önündeki engellerin, sağlık hakkı mücadelesinin olanaklarının ve “halk için sağlık” anlayışının; mücadelenin tüm özneleri tarafından yürütülecek ortak bir tartışmaya konu olması, bu alandaki mücadelenin ilerletilmesi açısından elzemdir. Halkın Hakları Forumu bu açıdan önemli bir fırsat sunmaktadır. Varoşlardan bir yoksul kadın, aile hekimliği dayatmasıyla karşı karşıya kalan bir doktor, temizlikçi kadrosundan çalıştırılan bir hemşire, kanserli bir Karadeniz köylüsü, taşeron bir sağlık işçisi, “sağlık haktır” diyen bir akademisyen, medikosunu isteyen bir üniversite öğrencisi yan yana geldiğinde söylenecek söz başka bir anlam kazanacaktır.

 

Sağlık Hakkı Atölyesi