20.Yüzyılın Sonunda Kültür Emperyalizmi

Sa, 15/02/2005 - 09:00
  • Arttır
  • Eksilt
  • Normal

ABD kültür emperyalizminin, biri ekonomik, diğeri siyasi iki büyük amacı vardır: Kendi kültür metaları için Pazar ele geçirmek ve popüler bilinci şekillendirerek hegemonya kurmak. Meta ihracatının yerini alan eğlence ihracatı, sermaye birikimi ve küresel karların en önemli kaynaklarından biri haline gelmiştir. Kültür emperyalizmi, insanları kültürel kökleri ve dayanışma geleneklerinden kopartıp bunların yerine medyanın yarattığı ve her reklam kampanyasıyla değişen gereksinimleri koyarak siyasal alanda da büyük bir rol oynar. İnsanların geleneksel sınıf ve toplumsal bağlarından yabancılaştırılmasının siyasal sonucu, bireylerin birbirlerinden uzaklaşması ve atomize olmasıdır.

Kültür emperyalizmi işçi sınıfının bölünmesini öne çıkarır: Kalıcı işçiler geçici işçilerden, geçici işçiler işsizlerden, onlar da “yer altı ekonomisi”nde çalışanlardan kendilerini ayırmaya teşvik edilir. Kültür emperyalizmi, işçi sınıfını, yukarıdakilerle kendisini ayıran muazzam eşitsizlikler yerine, aşağıdakilerle arasındaki önemsiz hayat tarzı, ırk ve cinsiyet farklılıklarını öne çıkaran bir hiyerarşinin parçasıymış gibi düşünmeye teşvik eder.

Kültür emperyalizminin temel hedefi, gençliğin siyasal ve ekonomik sömürüsüdür. Emperyal eğlence ve reklam sektörü, ABD ticari propagandası karşısında en savunmasız kesim olan gençleri hedef alır. Mesaj basit ve doğrudandır: “Modernlik”. Ve “modernlik”, ABD ürünlerini tüketmekle yakından ilgilidir. Gençlik, ABD kültür ihracatı için büyük bir pazar oluşturur ve tüketici-bireyci propagandayı almaya en müsait kesimdir. Kitle iletişim araçları, solun dilini gasp ederek ve var olan hoşnutsuzluğu müsrif tüketiciliğe kanalize ederek gençliğin isyankarlığını manipüle eder.

Kültür emperyalizmi, gençliğe yalnızca bir Pazar olarak değil, aynı zamanda siyasal nedenlerden ötürü de odaklanır. Bireysel isyanın, hem ekonomik hem de kültürel kontrol biçimlerine karşı bir siyasal isyana dönüşmesini engellemeyi amaçlar.

Geçen on yıl boyunca, ilerici hareketler bir paradoksla karşı karşıya kaldı: Üçüncü Dünya’daki insanların büyük çoğunluğu, mutlu bir azınlık daha önce hiç olmadığı kadar zenginleşirken, hayat standartlarının kötüleşmesi, toplumsal ve kişisel güvensizliğin artması ve kamu hizmetlerinin bozulmasını yaşarken, bütün bunlara verdiği öznel tepki, ara sıra gözüken ayaklanmalar, devamlı, fakat yerel kalan etkinlikler ve kısa süreli büyük protestolardan öteye gitmemiştir. Kısacası, bir yandan eşitsizlikler artıp soysa-ekonomik koşullar kötüleşirken, diğer yandan devrimci veya radikal öznel tepkiler zayıf ve cılız kalmaktadır. Üçüncü Dünya’da “nesnel koşullar”ın olgunlaşmasına, devleti veya toplumu dönüştürme yeteneğine sahip öznel güçlerin gelişimi eşlik etmemiştir. Soyso- ekonomik gerileme ile sosyo-politik dönüşüm arasında “doğrudan bir ilişki” bulunmadığı açıktır. Kültürel müdahale (ideoloji, bilinç, toplumsal eylem dahil en geniş anlamda), nesnel koşulları bilinçli siyasal müdahaleye dönüştürmenin en can alıcı noktasıdır. Paradoksal olarak, emperyal politikaları üretenler, siyasal pratiğin kültürel boyutlarının önemini rakiplerinden daha iyi anlamış görünüyorlar.

Kültürel Hakimiyet ve Küresel Sömürü

Emperyalizm, sadece bir ekonomik-askeri kontrol ve sömürü sistemi olarak görülmemelidir. Kültürel hakimiyet, herhangi bir küresel sömürü sisteminin devam ettirilmesinin ayrılmaz bir unsurudur.

Üçüncü Dünya’da kültür emperyalizmi, ezilenlerin değer, davranış, yerleşik gelenek ve kimliklerini emperyal sınıfların çıkarlarına uyacak şekilde yeniden düzenlemek amacıyla, halk sınıflarının kültürel hayatına sistematik nüfuz ve hakimiyet olarak tanımlanabilir. Kültür emperyalizmi, hem “geleneksel” hem de modern biçimlere bürünmüştür. Geçmiş yüzyıllarda kilise, eğitim sistemi ve kamu yetkilileri yerli halklara ilahi veya mutlakiyetçi prensipler adına boyun eğme ve sadakat düşüncelerini aşılamakta büyük rol oynamışlardı. Bu “geleneksel” mekanizmalar hala çalışmakla birlikte, çağdaş kurumlarda köklenen yeni modern araçlar, emperyal hakimiyette gittikçe merkezi önem kazanmaktadır. Bugün başrolü, kitle iletişim araçları, halkla ilişkiler kampanyaları, reklam ve laik eğlendiriciler ve entelektüeller oynuyor. Çağdaş dünyada Hollywood, CNN ve Disneyland, Vatikan’dan, İncil’den veya politik şahsiyetlerin halkla ilişkiler retoriklerinden daha etkili oluyor. Kültürel nüfuz, askeri-siyasi hakimiyet ve ekonomik sömürüyle iç içe geçmiştir artık. ABD’nin ekonomik çıkarlarını korumak için Orta Amerika’daki soykırımcı rejimleri destekleyen askeri müdahalelerine yoğun bir kültürel nüfuz eşlik etmiştir. ABD’nin finanse ettiği Protestan vaizler, Yerli-köylü kurbanlara boyun eğme mesajları aşılamak için köylere resmen üşüşmüşlerdir. Evcilleştirilmiş entelektüellerin “demokrasi ve piyasa”yı tartışmaları için uluslar arası konferanslara sponsor olunmuş; gündelik hayatı unutturan sürükleyici televizyon programları “başka bir dünya”dan hayaller ekmiştir. Kültürel nüfuz, karşı-devrimci savaşın, askeri olmayan araçlarla devamıdır.

Kültürel Sömürgeciliğin Yeni Özellikleri

Çağdaş kültürel sömürgecilik (ÇKS) geçmiş uygulamalardan birkaç bakımdan farklıdır:

1)      Yalnızca seçkinleri değil, ortalama izleyiciyi de kazanmaya yönlendirilmiştir.

2)      Kitle iletişim araçları, özellikle televizyon, evi işgal etmiş ve “dışarıdan” ve “yukarıdan” olduğu kadar, “içeriden” ve “aşağıdan” da çalışmaktadır.

3)      ÇKS’nin kapsamı küresel, etkisi ise tektipleştiricidir. Evrensellik kisvesine bürünmesi, emperyal iktidarın sembol, amaç ve çıkarlarının anlaşılmasını gizlemeye hizmet etmektedir.

4)      Kültür emperyalizminin araçları olarak kitle iletişim araçları, bugün yalnızca biçimsel olarak “özel”dir. Resmi devlet bağlarının yokluğu, emperyal devletin çıkarlarını “haber” ve “eğlence” biçiminde yansıtan özel medyaya meşru bir örtü sağlamaktadır.

5)      Çağdaş emperyalizm altında, siyasal çıkarlar emperyal olmayan özneler aracılığıyla savunuluyor: Haber bültenleri, Orta Amerika’daki paralı köylü-askerlerin ve Körfez Savaşı’ndaki gülümseyen işçi sınıfından ABD’li siyahların kişisel hayat hikayelerine odaklanıyor.

6)      Denetimsiz sermaye altında, barış ve refah vaadi ile sefalet ve şiddetin artması arasındaki uçurum nedeniyle, kitle iletişim araçlarının, programlarında alternatif perspektifler verme olanakları daha da azalmıştır. Bütünlüklü kültürel kontrol, reel kapitalizmin şiddeti ve serbest piyasanın aldatıcı vaatleri arasındaki toptan kopuşun karşılığıdır.

7)      Kolektif tepkileri felce uğratmak için kültürel sömürgecilik, ulusal kimlikleri yok etmeye ya da somut sosyo-ekonomik içeriklerini boşaltmaya çalışır. Toplumların dayanışmasını kırmak için kültür emperyalizmi, harici sembollere uyum olarak “modernlik” kültünü teşvik eder. “Bireysellik” adına toplumsal bağlara saldırılır ve kişilikler, medya mesajlarının diktelerine uygun olarak yeniden şekillendirilir. Emperyal ordular sivil toplumu bastırır, bankalar ekonomiyi yağmalarken, emperyal medya da bireylere kaçışçı kimlikler sağlıyor.

Kültür emperyalizmi, Batı yanlısı ülkelerin korkunç şiddetini kolektif bir hafıza kaybını teşvik ederek örterken, devrimci düşmanlarının yıkıcı şeytani karikatürlerini çizer. Batı kitle iletişim araçları, ABD yanlısı anti-komünist rejimler tarafından Guatemala’da 100 bin yerlinin, El Salvador’da 75 bin emekçinin, Nikaragua’da 50 bin insanın katledilmesini izleyicilerine asla hatırlatmaz. Kitle iletişim araçları, Doğu Avrupa ve eski SSCB’ye piyasanın girişi nedeniyle yaşanan ve yüz milyonlarca insanı yoksullaştıran büyük yıkımları da örtbas eder.

Kitle İletim Araçları: Propaganda ve Sermaye Birikimi

Kitle iletişim araçları, iletişim ağlarını dünyanın dört bir yanına yaydığı için, ABD sermayesinin zenginlik ve gücünün ana kaynaklarından biridir. En zengin Kuzey Amerikalılar’ın artan bir oranı, zenginliklerini kitle iletişim araçlarından elde ediyor. En varlıklı 400 Amerikalı arasında zenginliklerini kitle iletişim araçlarından elde edenlerin oranı 1982’de yüzde 9,5’ten 1989’da yüzde 18’e çıkmıştır.

Bugün en zengin Kuzey Amerikalılar’ın neredeyse beşte biri zenginliklerini kitle iletişim araçlarından elde ediyor. Kültürel kapitalizm, ABD’de bir zenginlik ve nüfuz kaynağı olarak imalatın yerini almıştır.

Kitle iletişim araçları, hem ABD küresel siyasal ve toplumsal kontrol sisteminin ayrılmaz bir parçası hem de büyük bür süper kar kaynağı haline gelmiştir. Üçüncü Dünya’da sömürü, eşitsizlik ve yoksulluğun derecesi arttıkça, Batı kontrollü kitle iletişim araçları, halkı eleştirellikten pasifliğe dönüştürmek için işler. Batılı medya ünlüleri ve kitle eğlencesi, potansiyel siyasal huzursuzluğu söndürmenin önemli malzemeleri haline gelmiştir. Reagan’ın başkanlığı, oldukça görünür, fakat siyaseten gerici eğlendiriciler aracılığıyla medya manipülasyonunun öne çıktığı ve Latin Amerika ve Asya’ya yayıldığı bir dönemdir.

Latin Amerika’da televizyon sayısındaki artış ile gelirin düşüşü ve kitle mücadelesinin gerilemesi arasında doğrudan bir ilişki vardır. Latin Amerika’da 1980 ve 1990 arasında ortalama reel gelir, yüzde 40 düşer ve televizyon imajlarına şiddetle bağımlı bir sürü neo-liberal aday başkanlığı kazanırken, kişi başına televizyon sayısı da yüzde 40 artmıştır. Kitle iletişim araçlarının yoksullara daha fazla nüfuz etmesi, kültür metalarının satışında yer alan ABD şirketlerinin kar ve yatırımlarının artması ve izleyicilerin, bireysel tüketim ve macerayı vekaleten yaşatan mesajlarla doyurulması, kültürel sömürgeciliğin bugün ulaştığı boyutu sergilemektedir.

ABD medya mesajları Üçüncü Dünya halklarını ikili bir anlamda yabancılaştırır. “Uluslar arası” ve “sınıfları kesen” bağ yanılsamaları yaratırlar. Televizyon imajları aracılığıyla, medyanın başarılı özneleri ile “barrio”daki yoksullaştırılmış seyirciler arasında sahte bir yakınlık ve hayali bir bağ kurulur. Bu bağlar, özel sorunlar için bireysel çözümler söyleminin yayıldığı bir kanal sağlar. Mesaj açıktır. Yoksul olmalarının suçu yine kurbanlara yüklenir; başarı, bireysel çabalara bağlanır. Büyük TV uyduları, Latin Amerika’daki ABD ve Avrupa medya kanalları, milyonlarca yoksullaştırılmış Latin Amerikalının zihninin bulandıran ve onları kımıldayamaz hale getiren yeni kültür emperyalizminin ekonomik-siyasal kökenlerinin ve sonuçlarının herhangi bir eleştirisinden kaçınır.

Emperyalizm ve Dil Siyaseti

Kültür emperyalizmi, sola karşılık vermek ve hegemonya kurmak için çifte bir strateji geliştirmiştir. Bir taraftan solun siyasal dilini bozmaya çalışır; diğer taraftan ise genel kamuoyunu Batılı güçlerce işlenmiş zalimliklere karşı duyarsızlaştırmak için harekete geçer. 1980’ler boyunca Batı kitle iletişim araçları solun temel fikirlerini sistematik olarak gasp edip içeriklerini boşaltarak gerici mesajlarla doldurdu. Örneğin kitle iletişim araçları, kapitalizmi restore etmeye ve eşitsizlikleri keskinleştirmeye koyulan politikacıları “reformcu” veya  “devrimci” olarak betimlerken, onların muhaliflerini “muhafazakar” olarak damgaladı. Kültür emperyalizmi siyasal dili anlamını ters yüz ederek ideolojik karışıklık ve siyasal zihin bulanıklığını pekiştirmeye çabaladı. Bir çok ilerici birey, bu ideolojik manipülasyona kapıldı. Sonuçta, “Sağ” ve Sol” terimlerinin herhangi bir anlam taşımadığını, farklılıkların önemini kaybettiğini, ideolojilerin artık anlamının kalmadığını savunan emperyal ideologların iddialarına karşı savunmasız kaldılar. Kültür emperyalistleri, Solun dilini bozarak ve Sol ve Sağın içeriğini çarpıtarak, anti-emperyalist hareketlerin siyasal çekicilik ve pratiklerini baltalamayı umuyorlardı.

Kültür emperyalizminin ikinci stratejisi, halkı duyarsızlaştırmak; Batılı devletlerin kitlesel kıyımlarını edilebilir rutin faaliyetler haline getirmektir. Irak’taki kitlesel bombalamalar video oyunu biçimde sunuldu. İnsanlık suçları sıradanlaştırılarak, kamuoyu, beşeri ızdıraba karşı duyarsızlaştırıldı. Kitle iletişim araçları, yeni savaş tekniklerinin modernliğini vurgularken, Batı’nın mevcut üstün gücünü –teknolojik savaş- yüceltiyor. Bugünkü kültür emperyalizmi, kitle yıkım silahlarını insani sıfatlarla sunarken, Üçüncü Dünya’daki kurbanlarını ise adları ve yüzleri olmayan “saldırganlar-teröristler” olarak sunan haber bültenleri hazırlar.

Küresel kültürel manipülasyon, siyasal dilin saptırılmasıyla ayakta tutulur. Doğu Avrupa’da toprağa, işletmelere ve zenginliklere el koyan spekülatörler ve mafiyozlar, “reformcu”, kaçakçılar ise “yenilikçi girişimci” olarak tanımlanır. Batı’da işe alma ve işten atma mutlak gücünün yöneticilerin elinde toplanması ve emeğin her türlü saldırıya açık ve güvencesiz bırakılması, “emek esnekliği” olarak adlandırılır. Üçüncü Dünya’da ulusal halk girişimlerinin dev çokuluslu tekellere satışı, “tekelleri kırmak” olarak sunulur. “Dönüşüm” emeğin bütün sosyal kazanımlarının elinden alındığı 19.yüzyıl koşullarına geri dönüşün kibarcasıdır. “Yeniden yapılandırma”, hammaddelerde uzmanlaşmaya geri dönüş veya gelirin üretimden spekülasyona aktarılmasıdır. “Kuralsızlaştırma”, ekonomiyi düzenleme gücünün ulusal refah devletinden uluslar arası banka ve çokuluslu şirket seçkinlerine geçmesidir. Latin Amerika’daki “yapısal uyumlar”, kaynakların yatırımcılara aktarılması ve emeğe ödemelerin azaltılmasıdır. Solun kavramları (reform, tarım reformu, yapısal değişiklik) aslen gelirin yeniden dağıtılmasına yönelikti. Bu kavramlar zenginlik, gelir ve gücün Batılı seçkinlerin ellerinde toplanmasının sembollerine dönüştürüldü. Ve tabii ki emperyalizmin bütün özel kültürel kurumları, bu Orwellci dezenformasyonu kuvvetlendiriyor ve yayıyor. Çağdaş kültür emperyalizmi, özgürlük dilini yozlaştırarak gericilik sembollerine dönüştürüyor.

Kültürel Terörizm: Liberalizmin Zorbalığı

Tıpkı Batılı devlet terörizminin toplumsal hareketleri, devrimci hükümetleri yok etmesi ve sivil toplumu susturması gibi, IMF ve özel banka birlikteliğiyle uygulanan ekonomik terörizmde, yerel sanayileri yok eder, kamu mülkiyetini aşındırır, ücretli ve maaşlı haneleri darmadağın eder. Kültürel terörizm de, yerel kültürel faaliyetleri ve sanatçıları yok eder. Kültürel terörizm, saldırıya açık Üçüncü Dünya insanlarının psikolojik zayıflıklarını ve derin kaygılarını, özellikle “geri kalmışlık”, “geleneksellik” ve ezilmişlik duygularını avlayıp, aile ve toplumla olan eski bağlarını yok ederek yerine ticari piyasalara ve şirket güçlerine bağlı keyfi otorite zincirleri getirmesini, “hareketlilik” ve “özgür ifade” imajlarıyla perdeliyor. Geleneksel sınırlamalara ve yükümlülüklere saldırı, kapitalist piyasa ve devleti, gücün nihai merkezi haline getiren bir mekanizmadır. Kültür emperyalizmi “kendini ifade etme” adına “geleneksel” diye etiketlenmekten korkan Üçüncü Dünya halklarına zulmeder, sınıfsız “modernlik” sahte imajlarıyla ayartır ve manipüle eder. Kültür emperyalizmi, bir ve tek kutsal tanrısı piyasa önünde engel olan mevcut ilişkilerin hepsini sorgular. Üçüncü Dünya halkları “modern” olmaları, kapitalist piyasanın taleplerine boyun eğmeleri doğrultusunda eğlendirilir, okşanır ve zorlanır.

Kültür emperyalizmi, sömürgelerdeki aracılar ve kültürel işbirlikçiler vasıtasıyla en iyi biçimde işler. Emperyal işbirlikçi prototipi, patronlarının tarzını taklit eden, dikey hareketli Üçüncü Dünya profesyonelleridir. Bu işbirlikçiler, Batıya kul köle, kendi insanlara karşı ise küstah ve kibirli davranarak otoriter kişilik tipinin başlıca özelliklerini sergilerler. Bankalar ve çokuluslu şirketlerin desteği, devletin ve kitle iletişim araçları vasıtasıyla çok büyük bir güce sahiptirler. Bunlar, Batıyı taklit eder, serbest ticaret adına ülkelerini ve halklarını vahşi sömürüye açar ve eşitsiz yarışın kurallarına uymada katı davranırlar. Önde gelen kültürel işbirlikçiler arasında nesnel sosyal bilim jargonu arkasına sığınarak sınıf egemenliği ve emperyal sınıf savaşını reddeden aydınlar da vardır. Bunlar piyasayı iyinin ve kötünün mutlak belirleyeni olarak fetişleştirirler. “Bölgesel işbirliği” retoriği arkasına sığınan konformist aydınlar, sermaye hareketlerini engelleyen işçi sınıfına ve ulusal kurumlara saldırır, bunların destekçilerini yalıtıp marjinalleştirirler. Bugün, Batının fonladığı Üçüncü Dünya aydınları, sınıf işbirliği ideolojisini her yerde bağırlarına basmışlardır. Emperyalizmin yerini karşılıklı bağımlılık fikri almıştır. Kuralsızlaştırılmış dünya piyasası, kalkınmanın biricik alternatifi diye sunulmaktadır. Günümüzde “piyasa”nın, Üçüncü Dünya’nın hiçbir zaman olmadığı kadar aleyhine işlemesi gerçeği ise, bütün bu fikirlerin en acı tarafını oluşturur. ABD, Avrupa ve Japonya Üçüncü Dünya’yı sömürmekte hiç bu kadar saldırgan olmamıştı. Kurumsal aydınların küresel gerçekliklere bu kültürel yabancılaşması, Batı kültür emperyalizminin yükselişinin bir yan ürünüdür. Piyasanın selamlanmasına katılmayı reddeden, resmi konferans çevrimlerinin dışında kalan eleştirel aydınların önündeki zorlu görev, sınıfsal ve anti-emperyalist mücadeleye bir kez daha dönüştür.

Kuzey Amerikalılaştırma ve Uluslararası Kültür Miti

Zamanımızın en büyük aldatmacalarından biri de düşünce, piyasa ve hareketlerin “uluslararasılaşması” fikridir. Dayanışma, toplum ve/veya toplumsal değerlerin bazı veya tüm biçimlerine saldırıları meşrulaştırmak için “küreselleşme” veya “uluslararasılaşma” terimlerine başvurmak moda haline geldi. Avrupa ve ABD, “enternasyonalizm” kılıfı altında, depolitizasyona ve günlük hayatı bayağılaştırmaya en fazla neden olan kültürel biçimlerin baskın ihracatçıları haline geldi. Bireysel hareketlilik, “kendini yaratan insan” imajları, “benmerkezli varoluş”a vurgu (ABD kitle iletişim endüstrisi tarafından seri üretilmiş ve dağıtılmış bir varoluştur bu), Üçüncü Dünya’ya hükmetmekte başlıca araçlar haline gelmiştir.

Neo-liberalizm, sorunları çözdüğü için değil, ama zenginlerin ve güçlülerin çıkarlarına hizmet ettiği ve Üçüncü Dünya sokaklarını dolduran yoksullaştırılmış bazı kesimler arasında yankı bulduğu için gelişmeye devam ediyor. Üçüncü Dünya kültürlerinin Kuzey Amerikalılaştırılması, ulusal yönetici sınıfların kutsaması ve desteğiyle oluyor, çünkü bu, yönetimlerini istikrarlaştırmalarına katkıda bulunuyor. Özeli kamusal, bireyseli toplumsal, duygusal ve şiddetliyi günlük mücadeleler ve toplumsal gerçekler karşısında öne çıkaran yeni kültürel normların hepsi, kolektif faaliyetin altını oyan benmerkezci değerlerin aşılanmasına katkıda bulunuyor. İmajlar, geçici deneyimler ve cinsel fetih kültürü, tefekkür, bağlılık, şefkat ve dayanışma duygularının aleyhine işler. Kültürün Kuzey Amerikalılaştırılması, halkın dikkatinin ünlüler, kişilikler ve özel dedikodular üzerinde odaklanması, toplumsal derinlik, ekonomik içerik ve insanlık durumundan ise uzaklaşması demektir. Kültür emperyalizmi dikkatleri iktidar ilişkisinden uzaklaştırır ve toplumsal eylemin kolektif biçimlerini aşındırır.

“Gelip geçici”yi yücelten medya kültürü, ABD kapitalizminin köksüzlüğünü yansıtır. “Hareket özgürlüğü” miti, sermayenin değişen talepleri karşısında, halkın topluluk kökleri kuramaması ve pekiştirememesini yansıtır.

Kuzey Amerikan kültürü, aslında kitlelere tekelci sermayenin boyunduruğuna sokuluşunu yansıtan geçici ve kişisel olmayan ilişkileri, “özgürlük” olarak kutsar. Kuzey Amerikalılaştırma, dayanışma geleneklerine modernlik adına toptan bir saldırıyı, sınıf bağlılıklarına bireycilik adına saldırıları, kişiliklere odaklanan muazzam medya kampanyaları aracılığıyla demokrasinin yozlaştırılmasını içerir.

Yeni kültürel zorbalık, pazarın, tüketimin tektipleştirilmiş bir kültürün, yozlaştırılmış bir seçim sisteminin her zaman ve her yerde hazır tekil söyleminde kökleşir. Yeni medya zorbalığı uluslararası bankaları yönetim kurullarından And Dağları’ndaki köylere ulaşan hiyerarşik devlet ve ekonomi kurumlarının yanı başında durur. Kuzey Amerika’nın Üçüncü Dünya’ya kültürel nüfuz başarısının sırrı, tam da kendi ekonomik ve askeri hakimiyet sisteminin ürettiği sefaletten kaçış fantezilerini de yine kendi üretme yeteneğidir.

Yeni kültür emperyalizminin ana içeriği özel ihtiyaçların, bireysel kendini gerçekleştirmenin idealize edilmiş ifadeleri olarak sunulan ticaricilik-cinsellik-muhafazakarlık üçlüsünün kaynaşmasıdır.

Günlük çıkmaz işlere dalmış bazı Üçüncü Dünya insanları için, pisliğin ve aşağılanmanın ortasında gündelik hayat mücadelesi, Kuzey Amerika medyasının fantezileri, Protestan vaizinin nutukları gibi, “daha iyi bir şey”i, gelecek daha iyi bir hayat için bir umudu yada en azından diğerlerinin tadını çıkarmasını izlemenin zevkini betimler.

 

 

 

Kültür Emperyalizminin Etkisi

Devrimci koşulların olgunlaşmasına rağmen, devrimci dönüşümün yokluğunu anlamak için, devlet şiddetinin, siyasal terörün ve emperyalist ülkelerin yaydığı, ezilen insanların ise içselleştirildiği kültürel/ideolojik değerlerin derin nüfuzunun yarattığı büyük psikolojik etkiler yeniden ele alınmalıdır. 1970’lerden 1980’lerin başına uzanan devlet şiddeti uzun süreli, büyük ölçekli manevi hasarlar yarattı: Radikal insiyatiflerden korkmak, kolektiflere güvensizlik, yerleşik otoriteler karşısında, nefret duyarken bile güçsüzlük duygusu. Terör, insanları “içe” döndürerek özel alana yöneltti.

Sonradan, “ekonomik terörizm”in bir biçimi olan neo-liberal politikalar, fabrikaların kapanması, emeğin yasal güvencelerinin ortadan kaldırılması, geçici işçi çalıştırmanın artması, düşük ücretli bireysel gelişimlerin çoğalmasıyla sonuçlandı. Bu politikalar, işçi sınıfı ve kentli toplulukları daha da parçaladı. Bu parçalanma, güvensizlikle özdeşleştirme bağlamında, emperyalizmin kültürel mesajı, saldırıya açık insanların duyarlılıklarını istismar etmek, kişisel yabancılaşmayı teşvik etmek ve derinleştirmek, sürekli kıtlaşan kaynaklar üzerinde benmerkezci arayışlar ve bireysel rekabet yaratmak için verimli alanlar buldu.

Kültür emperyalizmi ve onun desteklediği değerler, sömürülen yığınların kötüleşen koşullara ortaklaşa tepki göstermelerine önlemede büyük bir rol oynadı. Üçüncü Dünya’ya yayılan semboller, imajlar ve ideolojiler, sınıf sömürüsünün ve büyüyen sefaletin sınıf bilincine dönüşmesinin başlıca engelleridir. 

Emperyalizmin büyük zaferi, yalnızca maddi kararlar değil, ayrıca ezilenlerin bilincinin, kitle iletişim araçları vasıtasıyla doğrudan ve aydın ve politikacı sınıfının ele geçirilmesi (veya teslim olması) aracılığıyla dolaylı olara fethidir.

Devrimci kitle siyasetinin dirilişi mümkün olacaksa yalnızca sömürü koşullarıyla değil, fakat kurbanlarını boyunduruğu altına alan kültür de açık savaşa daha baştan girişilmelidir.

Kültür Emperyalizminin Sınırları

Kültürel sömürgeciliğin baskılarına karşı işleyen şey gerçeklik ilkesidir: Batılı çokuluslu bankalar tarafından dayatılan kişisel sefalet ve sömürü deneyimi, Amerikan silahlarıyla uygulanan polis/asker baskısı. Kaçışçı medyanın asla değiştiremeyeceği gündelik gerçeklerdir bunlar. Üçüncü Dünya halklarının bilincinde, bireysel kaçışın kötü ruhu (kitle iletişim araçlarının aşıladığı) ile ortak eylem ve sorumluluğun tek pratik tepki olduğu sezgisel bilgisi arasında sürekli bir mücadele vardır. Toplumsal seferberliğin yükseldiği zamanlarda, dayanışma erdemi başta gelir; yenilgi ve gerileme zamanlarında ise bireysel açgözlülüğün kötü ruhları galebe çalar.

Kültür emperyalizminin, insanların dikkatini dağıtma ve hayrete düşürme yeteneğinin ötesinde, halkın reddedişinin başladığı mutlak sınırları vardır. “Bolluk masası” TV, tam takır bir mutfak gerçeği ile çelişir; medya kişiliklerinin şehvet dolu maceraları, bir ev dolusu, emekleyen aç çocuğa çarpar. Coca Cola, sokak çatışmalarında bir molotof kokteyline dönüşür. Zenginlik vaadi, sürekli olarak dışlananlar için hakarete dönüşür. Süren yoksullaştırma ve yayılan çürüme, kitle iletişim araçlarının fantezilerinin bütün cazibesini yok eder.

Kültür emperyalizminin sahte vaatleri başka bir zamana havale edilen acı şakaların nesnesi haline gelir.

Kültür emperyalizminin çekicilikleri, kendi değerleri ve pratikleri olan kolektiflerin    –yerel ve bölgesel- dayanıklı bağlarıyla sınırlandırılmıştır. Sınıf, ırk, cinsiyet ve etnik bağların dayandığı ve ortak eylem pratiklerinin sağlam olduğu yerlerde kitle medyasının etkisi sınırlanmış veya reddedilmiştir.

Kültürler ve gelenekler, varlıklarını sürdürme derecesine göre, dışarıya ve yukarıya değil, içeriye ve aşağıya bakan toplumsal ve kültürel pratikleri bütünleştiren bir “kapalı çember” oluştururlar. Bir çok toplulukta piyasanın üstünlüğüyle ilişkisi bulunan “modernist” gelişimci-bireyci söylemin açık bir reddedilişi vardır. Sürdürülen güçlü dayanışma ve anti-emperyalist hareketler için tarihsel kökler, bağdaşık etnik ve mesleki topluluklarda bulunur: Maden kasabaları, balıkçı ve orman köyleri, kentsel bölgelerdeki endüstriyel yoğunlaşma alanlarında. Nerede iş, topluluk ve sınıfın, kolektif kültürel gelenek ve pratiklerinin yaşandığı bir yer varsa orada kültür emperyalizmi geriler.

Kültür emperyalizminin etkililiği sadece teknik manipülasyon becerisine değil, devletin, halkı insanlıktan çıkarıp atomize ederek eşitlikçi topluluklara kolektif inançlarından ve umutlarından yoksun bırakma yeteneğine de bağlıdır.

Kültürel özgürleşme, sadece birey ve sınıflara “yetki ve güç verme”yi içermez, kültürel fethin öncesindeki devlet terörünü karşılamaya yetenekli bir sosyo-politik gücün gelişmesine de bağlıdır. Kültürel özerklik toplumsal güce bağlıdır ve toplumsal güç, yöneten sınıflar tarafından ekonomik güce ve devlet gücüne bir tehdit olarak algılanır. Tıpkı kültürel mücadelenin, toplumsal dönüşüm bilincini yaratmak için gerekli olan özerklik, topluluk ve dayanışma değerlerinde kökleşmesi gibi, siyasal ve askeri güç de, sınıfsal ve ulusal kimliklerin kültürel temellerini ayakta tutmak için gereklidir.

En önemlisi, Sol, maddi kadar manevi değerler etrafında inşa edilmiş yeni bir toplum inancı ve vizyonunu yeniden yaratmalıdır. Bu vizyon, yalnızca çalışma değerlerini değil, güzellik değerlerini de içermelidir. Dayanışma, cömertlik ve onurla bağlantılandırılmalıdır. Üretim tarzları, uzun süreli kişisel bağ ve dostluğu güçlendirme ve derinleştirme çabalarına da tabi kılınmalıdır.

Sosyalizm toplumsal ve kolektif olmak kadar, yalnız olma, mahrem olma özlemlerini de kabul etmelidir. Her şeyden önce yeni vizyon, insanları, yalnızca boyunduruktan özgür olma arzularıyla değil, onların mücadeleyi sürdürmeye esinlendirirken bile, günlük çalışmanın sınırını aşan, araçsal olmayan duygusal ilişkilerce şekillendirilmiş anlamlı bir kişisel hayat sürme arzularıyla da yankılandığı için esinlendirmelidir. Kültür emperyalizmine yenilik, geçici ilişkiler ve kişisel manipülasyon iyi geliri fakat kişisel dürüstlüğe, cinsiyet eşitliğine ve toplumsal dayanışma üzerinde yükselen otantik, samimi bağlar vizyonu asla iyi gelmez. Kişisel imajların, toplu devlet katliamlarını maskelemesi gibi, teknokratik retorik de kitle imha silahlarını (“akıllı bombalar”) rasyonelleştirmektedir. “Demokrasi” çağında kültür emperyalizmi, saldırganlığı haklı çıkarmak için, kurbanları saldırganlara ve saldırganları kurbanlara dönüştürerek emperyal ülkedeki gerçekliği çarpıtmak zorundadır.

Bu nedenle ABD emperyal devleti Panama’da, işçi sınıfı topluluklarının üzerine bombalar atarken, kitle iletişim araçları da Panama’yı ABD gençliği için bir uyuşturucu tehdidi olarak göstermiştir. 1980’lerde El Salvador ve Guatemala, Sandinistler yönetimindeki Nikaragua ve 1970’lerde Allende yönetimindeki Şili, 1970’ler ve 1980’lerde askeri diktatörlükler altındaki Uruguay ve Arjantin örneklerinde de benzer şey yaşanmıştır.