Yaygın medya, Ramazan'da hemen başka bir kisveye bürünerek, diğer maskesini takıp dini yayınlar yapmaya başlar. Biz tabii ki böyle bir şey yapmayacağız elbette. Ama, Ramazanı fırsat bilerek, vesile ederek 'dindar' şairlerden birisini Kaygusuz Abdal’ı anacağız. Okuyacağınız dizeler bir tasavvuf ozanının gerçekte bütün bildik dindarlardan, daha dindar bir dervişin, dinsel tutuculuğa, biçimsel dindarlığa seslenişidir. O çağların bilim ve bilgi yoksunluğu içinde bile bilgelerin hoş görmediği bağnazlığın, yüzyıllarca sonra hâlâ pek çoklarınca benimsenmesi, teşvik edilmesi ne kadar üzüntü verici geliyor değil mi?!. [ Yalçın Yusufoğlu'nun kaleminden...]
Kaygusuz Abdal halk edebiyatımızın önde gelen isimlerinden biri. “Tasavvuf edebiyatı” veya “tekke edebiyatı” şairlerinden. Alevi-Bektaşi edebiyatının kurucusu sayılır. Tekkeye intisab etmesi bir efsaneye dayanmaktadır. Asıl adı Alâeddin Gaybi’dir. Alâiye (Alanya) beyinin oğludur. 1341- 1444 arasında yaşadığı rivayet edilir.
ALAGEYİĞE SAPLANAN OK
Bütün bey oğulları gibi, çok iyi eğitim görmüştür, zamanın gereği olan ata binmek, yay kullanmak, avlanmak gibi hüner veya zevkleri vardır.
Ben de gittim alageyik avına,
Çekti geyik beni kendi dağına,
Tövbeler tövbesi geyik avına,
Siz gidin kardaşlar kaldım kayada.
Bir gün Toros’larda avlanırken bir geyiği böğründen vurur, yaralı geyik kaçar, bey oğlu kovalar,.. en sonunda geyik, dağlarda bir eve girer. Gaybi kapıyı çalar, dervişler açarlar. Ev meğerse Abdal Musa adlı bir Bektaşi pîrinin dergâhıymış. Genç adam “geyiğimi isterim” diye tutturur, içeriden gelen yaşlıca bir adam, koltuğunun altına saplanmış oku çıkarır, “Oğul, aradığın ok bu mudur?” diye sorar. Bu şahıs Abdal Musa’dır. Bey oğlu Gaybi, ermiş kişinin ayağına kapanır ve tekkesine derviş girmek istediğini söyler. [ Abdal Musa Velayetnâmesi’nde Bey oğlu Gaybi’nin bu dergâha kapılanmasına ait kayıtlar vardır. ]
Gaybi, serveti ve iktidarı bırakıp, ( Âşık Yunus’un Tabtuk Emre dergâhına 40 yıl odun taşıması gibi ) o da Abdal Musa’nın tekkesine hizmet eder. Zamanla abdallık payesine erişir ve Kaygusuz adını alır. Yaşı ve ilmi kemale erince, Şeyhi ona Mısır’a gidip, ocak açmasını söyler. Nil kıyılarna varır, dergâh kurar, derviş yetiştirir. Hicaz’a gider, hacı olur, dinsel törelerde kutsal yerler olan Necef’i, Kûfe’yi ziyaret eder. Sonra tekrar Pîr’inin yanına döner. Oradan, Ege’ye, Trakya’ya geçer, Edirne, Yanbolu, Manastır, Filibe’de kalır. Nerelere gittiği şiir ve yazılarında geçen şehir adlarından anlaşılmaktadır. Mısır’a geri gelir, öldüğünde bir mağaraya gömülür. Mezarının yeri nedeniyle orada Abdüllah-ül Magarevi ( Allah’ın Mağaralı Kulu ) diye de bilinir. Mısır’daki dergâhı halife makamı olarak sayılan en kutsal dört yerden birisidir.
Kaygusuz Abdal; Bektaşi’ler için en önemli ermişlerdendir, ona Kaygusuz Sultan da derler, Bektaşi meydanına serilen 12 posttan birisi Abdal Musa, diğeri ise onun talebesi Kaygusuz Sultan adınadır. Hayatının büyük bir bölümünü gurbette geçiren Kaygusuz, eskiden içinde yaşadığı ve Urum (Anadolu)’dan, Hindistan’a kadar yakın-ırak yerlerden dertlilerin, dertsizlerin, beylerin, yoksulların, tüccarların, erlerin, hastaların, sağlamların, Gayrı Müslimlerin, Müslimlerin geldiği, konuk olduğu, barındığı, karnını doyurduğu Abdal Musa dergâhını özlemle anıyordu:
Beylerimiz elvan gülün üstüne,
Ağlar gelir, şâhım Abdal Musa’ya.
Urum abdalları postun eğnine
Bağlar gelir şâhım Abdal Musa’ya.
Urum abdalları gelir dost deyi,
Eğnimizde aba hırka post deyi,
Hasteleri gelir derman isteyi,
Sağlar gelir şâhım Abdal Musa’ya.
Hintten bezirgânlar gelir yayınır,
Pişer lokmaları açlar doyunur,
Bunda gelir âşıkları soyunur,
Erler gelir şâhım Abdal Musa’ya.
Her mâtem ayında kanlar saçarlar,
Uyandırıp Hak çerağın yakarlar,
Demine “hu!” deyip gülbeng çekerler,
Nûrlar gelir şâhım Abdal Musa’ya.
Benim bir isteğim vardır Kerîm’den,
Münkir bilmez evliyânın hâlinden,
Kaygusuz’am ayrı düştüm pîrimden,
Ağlar gelir şâhım Abdal Musa’ya.
[ Soyunmak: Dervişliğe karar verip, o esvapları giymek, Gülbang: bülbül sesi, Bektaşi dervişlerinin sesli duası, Uyandırmak: matem ayında ( Hicri yılın ilk ayı olan Muharrem’de ) çırağı yakmak, Demine hu: her anın Tanrıyla olsun, Kerîm: İslamiyette “Esma-yı Hüsnâ” ( Güzel İsimler ) denilen Allah’ın 99 adından birisi. ]
BİLGE KİŞİNİN DÜNYAYA BAKIŞI
Yukarıda andığımız tekke şairleri gibi Kaygusuz Sultan’ın da şiirlerinin temeli tasavvuftur. Ve tüm tasavvufçular gibi, o da hurafelerin, din adına tehdit ve korkutmaların, biçimsel dindarlığın, yavan ibadetçiliğin sadece dışında değil, karşısındadır. Dinin özünü o şekiller ve kurallar olarak değil, insana değer vermek diye algılar, din söylemindeki şeytan kavramını ve kullanılmasını istemez, onun bunun şeytanla korkutulmasını ya da şeytanlıkla itham edilmesini yadsır, yeryüzündeki hilekârdan daha şeytan kimsenin olamayacağını söyler, kendisini ise “ben özümü Güzel Şah’ın aşkına adamışım, makam, mevkide ( ekâbir arasına katılıp cübbe ve kaftan giymekte ) gözüm yoktur” diye tanımlar” ( onun giysisi aba-hırkadır, cübbe ve kaftan giymesi ise sınıf atlamaktır ):
Dost senin yüzünden özge, ben Kıble’yi can bilmezem,
Pîrin hüsnünü severim, ben gayri imân bilmezem,
Bana derler ki, şeytan senin yolun azdırır,
Ben şu hileci kişiden gayri bir şeytan bilmezem.
Ol Şâh-ı hüsnün aşkına özümü viran kılmışım,
Kaygusuz Abdal’dır adım, cübbe ü kaftan bilmezem.
Bu sözleri söyleyen kişi bey oğlu olmayı, babasının yerini alıp insanlara hükmetmeyi reddetmiş, sarayı, serveti, refahı terketmiş, Şeyhin Dergâhında bir lokma-bir hırka yaşamaya ve hizmet etmeye girmiş bir insandır. Halkın içinden yetişmiş birisiolarak da bunları söyleyeseydi, sözleri değerinden bir şey kaybetmezdi, ama sınıfını terketmiş birisi böyle konuşunca o sözlerin değeri artmaz fakat o kişinin erdemliliğini bir emsal olarak göstermek gerekir. Bey oğlu genç Gaybi sınıfını bırakıp Hak yoluna girmişti, günümüzde ise sınıfını bırakıp Halk yoluna giren gençler var, her zaman da oldu.
Bektaşi ozan insana tepeden bakmaz, kendinden yola çıkarak sevginin içselleştirilmesini ister, yüzeysel bir inançlılığı aldırmaz, insana ve onun iç güzelliklerine, ruhsal zenginliklerine vurgu yapar. “Karıncayı fille karıştırma, lâl taşının değerinin hâreli renginden ileri geldiğini sanma, Hacca gittim diye kendine pay çıkarma, Hacca giden kişinin gönülleri kazanması gerekir, gerçek gönül Tanrı’yı içinde bulunduran yerdir, bu nedenle benliğini iyi tanı, Tanrı senin içinde, sen Tanrının içindesin, üstünlük taslama, insanlara söyleyeceklerini sevimlice söyle, onları kırma, benim aklım herkesten üstündür, sözüm herkese yol gösterir, deme, öyle yapmaya başlarsan sonra kibirden, böbürlenmekten kurtulamazsın, diyeceğin bir lafı çocuk gibi dambur dumbur söyleme, usül, erkân bilmezsen kaba saba birisi olursun” gibi öğütler verdikten ve bu şiirlerden ders çıkar dedikten sonra, “sözlerime bakıp böbürlendiğimi zannetme, ben de senin gibi birisiyim, helvayla püryan kebabı yemekten başka bir hünerim yoktur” diyerek, o sözleri dinleyenin gönlünü alır.
Fil yükün karıncaya yükletme, çekebilmez,
Lâl ü gevher kıymetin umma reng-i hâreden,
Hacca vardım der isen, kanda vardın hacca sen,
Kılavuzsuz kuş uçmaz bunca dağ ü dereden.
Hacca varan kişinin gönül yapmak işidir,
Gönül Hak’kın beytidir key sakın emmâreden.
Sen özünü bil, nesin, Hak sende, sen kandasın,
Eğer aklın varısa, anla bu eş’âreden.
Aklına akıl deme, sözüne delil deme,
Çünkü kurtaramazsın, nefsini emmâreden.
Tıfıllayın dem be dem dambur dumbur söyleme,
Mansurlayın olursun, bilmezsen müdâreden.
Kaygusuzun hüneri helva ü biryan yemek,
Bundan özge hüneri, umma bu bîçâreden.
KİM DEMİŞ 'GERÇEKÜSTÜCÜLÜK' BATI’DA DOĞDU DİYE?
Halk edebiyatında, darbımesellerde, dilden dile geçen, zaman içinde çeşitlenen tekerlemelerde, meddahların hitaplarındaki uzayıp giden sözlerde gerçetüstücü öğeler vardır. Eskiden annelerin-büyükannelerin diline yerleşmiş olan, masal girişindeki, “Evvel zaman içinde, kalbur zaman içinde, deve tellâk iken, pire berber iken, ben dedemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken” gibi sözler, veya bağlamayla söylenen türkülerde, hatta bazan âşıkların atışmalarında ozanın yaratıcılığında çoğalan deyişler,.. doğaya, topluma şakayla veya ironiyle bakışı sergiler. Bunlar günümüzde genellikle halk ozanlarında görülmektedir, radyo televizyon türkü programlarında daha seyrektir. Benim çocukluğumda Kırşehir’li halk türküleri sanatçısı Şemsi Yastıman’ın ünlü ettiği öyle bir türkü bu tür yapıtların en çok popüler olanıydı: “Manda yuva yapmış söğüt dalına / Yavrusunu sinek kapmış gördün mü?” diye başlayan ve o minval üzerine giden Tosya türküsü ve bugün ancak yöresel olarak bilinen benzerleri, ya da âşık atışmalarında ozanın ağzından doğaçlama olarak çıkan benzerleri folklörümüzün önemli öğeleri arasındadır.
Kaplu kaplu bağalar kanatlanmış uçmaya,
Kertenkele derilmiş kırım suyun içmeye,
Kelebek ok yay almış, ava şikâra çıkmış,
Domuzları korkutur ayuları kaçmaya.
Ergene’nin köprüsü susuzluktan bunalmış,
Edirne minaresi eğilmiş su içmeye.
Bir sinek bir devenin, tepmiş oyluğun ezmiş,
Bir budunu götürmüş, dönüp ister kaçmaya.
Leylek koduk doğurmuş, ovada zurna çalar,
Balık kavağa çıkmış, söğüt dalın biçmeye.
Bir pire bir mut tuzu yüklemiş gider yola
Geh at olup yolgalar, geh kuş olur uçmağa.[*]
Domuz düğün eğlemiş ayıya kızın vermiş,
Maymun sındı getirmiş,kaftan gömlek biçmeye.
Deve hamama girmiş, dana tellâklık eder,
Su sığırı natır olmuş, nöbet ister çıkmaya.
Kelebek buğday ekmiş Manisa ovasına,
Sivrisinek derilmiş, ırgat olup biçmeye.
Kaygusuzun sözleri, Hindistan’ın kozları
Bunca yalan söyledin, girer misin uçmaya?
[*] Günümüze ulaşmış bir başka versiyona göre:
Bir aksacık karınca kırk batman tuz yüklemiş,
Gâh yolgalar gâh çeker, şehre gider satmaya...
Okuduğunuz bu kısa değinme, medyanın monokültür bombardımanı altında yaşadığımız bir devirde, 600 yıl öncesinden kalmış bilgeliği, insan sevgisini, geniş görüşlülüğü, aynı zamanda, Bektaşi kültüründeki o özü süsleyen yergi, taşlama ve mizah öğelerini anımsatmak ve burada da gördüğümüz gibi, merkezinde insan olan kültürel zenginliklerimize sahip çıkmanın değerini vurgulamak için yazıldı.
DİNDE TEHDİT VE TECZİYEYE RED
Tasavvuf insanı sevmek demektir, onun din anlayışında korkutmak, cezalandırmak, “yoksa fena yaparım” demek yoktur, tehdidin aracı olan cehennem de yoktur, ateşi de. [ Ve Yunus’ta gördüğümüz gibi, cennete varmak için üzerinden geçilmesi zorunlu olan sırat köprüsünden geçemeyip kızgın alevlere düşme tehlikesine de aldırmaz: varıp onun üstünde evler yapası gelir. ]
Bugün karşı karşıya bulunduğumuz İslami yobazlığa, örümcek kafalılığa bir din adamından, bir dervişten, bir ermişten gelen bir reddiye olarak Kaygusuz’un şu sözlerine kulak verelim:
Âdemi balçıktan yuğurdun yaptın,
Yapıp da neylersin, bundan sana ne?
Halkettin insanı cihana saldın,
Salıp da neylersin, bundan sana ne?
Bakkal mısın, teraziyi neylersin,
İşin gücün yoktur, gönül eylersin,
Kulun günahını tartıp neylersin,
Geçiver suçundan bundan sana ne?
Katran kazanını döküver gitsin,
Mümin olan kullar dîdâra yetsin,
Emreyle yılana Tamuyu yutsun,
Söndürsun Tamuyu bundan sana ne?
Kaygusuz Abdalım sözümüz budur,
Her nerde çağırsan Hak onda hazır,
Hep düzâha bastırırsın, kim ne der,
Yakma kullarını bundan sana ne?
[ Tamu: cehennem ateşi ]
Bu mübarek Ramazan gününde, tövbe tövbe,.. insanı günaha sokacak şu şuera bozuntusu, değil mi? Ne de olsa alt tarafı bir Batıni. Siz ise sünnisiniz, bilmem nesiniz. Peki ama sorarım size, mürşidinizden parti başkanınıza, milyarder müminizden tarikat müridine kadar hanginiz Kaygusuz’dan daha dindarsınız?
DİNİN CİDDİYETİ ASIK SURAT, ÇATIK KAŞ DEĞİL; NEŞE VE NÜKTE
Bazı şiirlerinde “Sarayî” mahlasını da kullanmış olan Kaygusuz Abdal, hem aruz, hem hece vezniyle yazmıştır, nazım yazdığı gibi, düz yazı eserleri de vardır. Manzum yapıtları Divan’ında ve Gülistan, Gevhernâme, Yasnâme, Minbernâme’de topladığı mesnevilerindedir. Nesir yazıları ise Budalanâme, Kitab-ı Mugalâta, Vücudnâme, Dilgüşa, Saraynâme gibi kitaplarında yer alır.
Kısa tanıtma yazısını, gerçeküstücü üslubun yerini nükte ve hicve bırakırtığı ve halk diline tekerleme olmuş ünlü dizeleriyle bağlayalım:
Bir kaz aldım ben karıdan
Boynu da uzun borudan
Kırk abdal kanın kurudan
Kırk gün oldu, kaynatırım kaynamaz.
Sekizimiz odun çeker
Dokuzumuz ateş yakar,
Kaz kaldırmış başın bakar
Kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz.
Kaza verdik bir çok akçe
Eti kemiğinden pekçe
Ne kazan kaldı ne kepçe
Kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz.
Kaz değilmiş be bu, azmış!
Kırk yıl Kaf Dağını gezmiş
Kanadın kuyruğun düzmüş
Kırk gün oldu kaynatırım, kaynamaz.
Kazımın kanadı selki
Dişi koyun emmiş tilki
Nuh Nebi’den kalmış belki
Kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz.
Suyuna biz saldık bulgur
Bulgur “Allah” deyû kalkur.
Be yârenler bu ne haldir!
Kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz.
[Selki: Hafif]
Yalçın Yusufoğlu
Sesonline