Aydınlar da AKP’yi aklamıyor

Per, 23/10/2008 - 01:00
  • Arttır
  • Eksilt
  • Normal

Halkevleri Danışma Meclisi üyesi aydınlar ve kitle örgütü temsilcileri kendi uzmanlık alanlarında AKP’yi topa tuttu. Üyelere

-“Kendi uzmanlık alananızdan baktığınızda AKP’nin altı yılını nasıl değerlendiriyorsunuz? -Toplumsal muhalefet AKP karşıtı mücadelesinde nasıl bir yol izlemeli?

-Aklamıyoruz, Haklıyoruz kampanyası hakkında ne düşünüyorsunuz? diye sorduk.

Hakkı Zabcı, Korkut Boratav, Metin Özuğurlu, Abdullah Aysu, Ali Çerkezoğlu, Ali Rıza Cihan, Sedat Bozkurt, Ozan Devrim Yay yanıtladı…

 

Hakkı ZABCI

Soruları bir bütün olarak yanıtlamaya çalışacağım. Nedeni, soruların hem birbiri ile bağlantılı olması; hem de, her üç sorunun ana öğesini oluşturan AKP’nin, kendine menkul bir oluşum olmaması ve ABD-AB mutabakatının ABD ağırlıklı bir projesi olması. Bundan dolayı, sorularınızı emperyalizmin Türkiye’ye yönelik yeni politikalarının sorgulanması olarak anlıyorum.

Önce, isterseniz, günümüz Türkiye’sinin dünya ölçeğinde bir fotoğrafını çekelim.

Türkiye’nin cari açığı, temmuz sonu itibariyle 45 milyar dolar.

Yine, Temmuz sonu itibariyle yıllık ticaret hacmi 334 milyar dolar. Bunun 130 milyarı ihracat, 204 milyarı ithalat. Dış ticaret açığı, görüldüğü gibi, 74 milyar dolar.

Haziran sonu itibariyle, toplam dış borç 284.4 milyar dolar. Bunun 190.5 milyar doları özel sektöre, 77.7 milyar doları kamuya, 16.2 milyar doları da Merkez Bankası’na ait.

Bu borç toplamı, Türkiye’nin yıllık bütçesinin beş katı.

İstanbul Menkul Kıymetler Borsası’nın %70’i yabancı yatırımcıların elinde.

IMF’nin neredeyse tek müşterisi Türkiye. Açtığı kredilerin 8/9’u ülkemize. 8 milyar dolar.

Dünya Bankası’nın Türkiye’de de uyguladığı “yönetişim”, “yoksulluğu azaltma programı” gibi bağımlılığı içselleştiren politikalar, mevcut iktidar tarafından hassasiyetle uygulanmakta. Burada bir şeyi belirtmekte fayda var: Yönetişimden kasıt, emperyalist kurumların içselleşmesi, yoksulluğu azaltma programı da aslında zengini yoksuldan koruma içeriğinde bir düzenleme olması.

Bütün bunları, Türkiye’nin emperyalizmin boyunduruğuna ne denli girdiğini ve böylelikle ne denli sömürgeleştiğini belirtmek için söylüyorum.

Bir de Türkiye’de toplumsal düzenin genel yapısına bir göz atalım. TÜSİAD ve Merkez Bankası’nın ortaklaşa yaptıkları çalışmada, ülkede işsizlik oranı %20.3.

Kayıtlı işçi sayısı 5.210.046. Bunun 3.043.732’si sendikalı.

Ancak, 107 organize sanayi bölgesinde ve yüzlerce küçük sanayi sitelerinde çalışan yaklaşık 3 milyon işçi, usta, çırak, kalfanın büyük çoğunluğunun sosyal güvencesi olmadığı gibi, aşağı yukarı tamamının sendikası yoktur. Birçoğunun aldığı ücret, asgari ücretin de aşağısındadır.

Açılandan çok kapanan iş yeri vardır. 2008’in ilk iki ayında 9 bin küçük esnaf iş yerini kapatmıştır.

Türkiye nüfusunun %30’u kırsal kesimde yaşamakta, bunların ancak %27’si tarımsal üretimde yer almaktadır. %32’sinin hiç toprağı yoktur.

Türk-İş’in yaptığı son hesaplamalara göre, 4 kişilik bir ailenin aylık açlık sınırı 726 YTL, yoksulluk sınırı ise 2.366 YTL’dir. Bu hesaplamalara göre, ülke nüfusunun yarısı yoksulluk sınırının altında, bunların %20’si de açlık sınırının altında yaşamaktadır.

Bütün bu bunaltıcı rakamları verdim. Çünkü, toplumsal muhalefetin, bu objektif koşullarda, yükselmesi gerekirken yaprak kıpırdamıyor. Bir başkaldırı için objektif koşulların bu kadar elverişli olduğu bir kesitte, subjektif koşulların neden oluşmadığı irdelememiz gerekiyor.

 AKP ne yapıyor?

AKP'nin ana hareket noktası, ABD politikalarının Ortadoğu'da uygulayıcısı olmak, Büyük Ortadoğu Projesi'nin koordinasyonunda görev alarak siyasi varlığını sürdürmek. ABD taşeronluğu doğrultusunda, toplumda yaygınlaşan Amerikan aleyhtarlığını etkisizleştirmek ve üstlendiği taşeronluk görevini yerine getirmede, kendisine dikte edilen "ılımlı islam modeli"ni uygulamada çaba gösteren AKP bu çabayı gösterirken bireysel çıkarlarını da gözetmekten geri durmuyor. " Dişli olayı", "Deniz Feneri olayı", "Fırat olayı" gibi kamuoyuna yansıyan yolsuzluk ve yolsuzluk iddiaları hız kesmiyor.

Ilımlı İslam projesi sadece camilerde, türbanda görülmüyor, asıl görünümü, parti il, ilçe ve belde teşkilatları ile elde ettikleri belediyeler vasıtasıyla yoksul halka onun hayatını değiştirmeyecek, ama, ona zaman zaman nefes aldırtacak kadar İslam motifli yardım yapmakta kendini gösteriyor. Böylelikle, yoksulu, yoksuldan yana olanın karşısına dikmek ana hedefleri oluyor.

Bu örgütlenmeye paralel olarak, Fethullah Gülen cemaatinin denetimindeki Işık Evleri, vakıf okulları ve üniversiteleri, yardım ve dayanışma vakıf ve dernekleri faaliyet göstermekte. 2002 yılında 2 bin civarında olan toplam dernek sayısı 6 yıllık AKP iktidarı döneminde 12 bine yaklaşmıştır. Yeni kurulan 10 bin dernekten büyük bir kısmı yardım ve dayanışma derneğidir ve AKP’nin kontrolü altındadır.

Yoksulu, yoksuldan yana olanın karşısına dikmek projesi, emperyalist politikaların içinde en önde gelenidir ve en iyi uygulandığı yerlerin başında Türkiye gelmektedir. Böylelikle, bilimsel olarak “saprofit yaşayanlar” denen, ancak amiyane tabiriyle “kemik yalayıcılar”, “döküntü ile geçinenler” olarak adlandırılan büyük bir yalaka topluluk ortaya çıkmaktadır. Evvelemirde bozulması gereken emperyalizmin bu oyunudur.

Bu oyunu kim bozabilir?

Bu oyunun ancak sol örgütlenme ile solun toplumsallaşması bozabilir.

Sol bunu nasıl bozacak ya da nasıl toplumsallaşacak?

Bu konuya geçmeden önce, din üzerinde, biraz durmakta fayda var. Din, statükonun korunmasında kullanılan bir araçtır. Türkiye halkı geçmişi ile, gelenekleri ile dinine bağlı bir halktır. Ne kadar modernleşirse modernleşsin dayatılan İslami yaptırımlara uymakta zorluk çekmez. Bu nedenledir ki, Kurtuluş Savaşı’nın görkemli başarısına rağmen, savaş sonrası gerçekleştirilen devrim niteliğindeki değişimler yasalarla korunmak zorunda kalmıştır.

Epeyce evvel, karşılaştığım bir Fransız gazeteci bana “Siz Atatürk’ü sevmiyorsunuz, sevseydiniz Atatürk’ü Koruma Kanunu çıkartmazdınız” demiş ve ilave etmişti “Biz De Gaulle’ü severiz, birçoğumuzun evinde resmi de vardır. Napolyon’u da severiz. Ama bizde ne De Gaulle’ü koruma kanunun ne de Napolyon’u koruma kanunu vardır.”

Büyük zafer, Türkiye cumhuriyetinin inşasında zorlanmış, halkın gönüllü desteğinin almakta yetersiz kalmıştır. Nitekim, 1946’dan itibaren, küçücük bir siyasi ya da toplumsal gedikte gericilik diye adlandırabileceğimiz oluşumlar çokça görülmüştür. İslam aynı şiddette 1923’te de vardı, 1930’da da, 1950’de, 1980’de ve şimdi de var.

Sorunu, İslam’dan daha ziyade statükoyu ve sistemi korumak için onu araç olarak kullananda, bu aracı asli fail olarak programlayan hegemonik güçte aramalı.

Sol ne yapıyor?

Bir zamanlar yoksul halk ortak paydasında yer alan kent ve kır yoksulu, toplumsal mücadelenin odak noktasıydı. 12 Eylül faşizminden sonra, toplumsal mücadelenin sömürülen katmanlar özelliği giderek, İslamcı, Kürt, Alevi, çevreci, feminist, eş cinsel gibi hareketlerin kimlik arayışlarına dönüştü-dönüştürüldü. Bu yeni oluşumun başını uluslar arası sermayenin örgütlediği, sivil toplum örgütleri ile liberalleşen sol çekti. Böylelikle, toplumsallaşamayan sol, klüpleşme eğilimi göstererek liberal politika izleyenler AB gibi küresel projelerin yedeğine takılıp kaldılar. Ulusal politikalar izleyenler de, emperyalist karşıtlığını kapitalizmden soyutlayarak ulus devlet çizgisinde laiklik ittifaklarından öteye gidemediler. O kadar ki, 60’lı, 70’li yıllar Türkiye’sinde Kürt ve Türk devrimcileri faşizme ve emperyalizme karşı birlikte başkaldırdıkları halde, 2000’li yıllarda, onları bir araya getiren sosyalizmi, Marksizm-Leninizm’in ideolojik önderliğini bir tarafa bırakarak kimlik politikasını ön plana çıkardılar. Şimdi “biz de ulus devlet kuracağız” diyen Kürt eylemciler, Türk sosyalistlerine yüz çevirdiler. Bir etnisiteye başkaldırı, yeni bir etnisite yarattı.

Ve, bu süreç Büyük Orta Doğu projesi kapsamında küresel hegemonik güç tarafından desteklendi, desteklenmekte. Geçmişteki kardeşliği, yeniden inşa etmenin zorluğunu görmenin endişesi katlanılır bir şey değil…

Daha hafızalardan silinmedi. AKP iktidarı ile birlikte, Soros vakfının kurdurduğu Açık Toplum Enstitüsü’nün hamasi demokrasi söylevleri içinde küreselleşmeye yönelik methiyeleri ve üniter devletlerin sonu anonsları, liberalleşen sol’un bu gelişmeyi Marksizmin bir zaferi olarak lanse edip hem Marx’ı hem de Sosyalizmi nasıl yedikleri unutulmadı. Aynı bugün olduğu gibi. Emperyalist sistemin son yaşanan bunalımında Marx’a övgüler yağdırıp Lenin’i karaladıkları gibi. Onlar için emperyalizm yok. Onlar için, acaba, mevcut sistem, Sosyalizm’e gitmeden Marx’ın tahlilleriyle kurtarılabilir mi? Hepsi bu.

Bugünkü AKP iktidarının vahameti, onun anti-laik uygulamalarından çok Amerikancı niteliğinde, emperyalizme olan bağlılığında aranmalıdır. Bugün, artık Türkiye’de bağımlılık içselleşmiştir. Saptanacak politikaların buna göre belirlenmesi kaçınılmazdır.

Yukarıda kısaca belirttiğimiz saptamalardan sonra, ne yapılmalı sorusuna yanıt aramak için en azından düşünsel düzlemde mevcut kalıpları zorlayarak, daha geniş mecralara açılmak, çoraklaşmış toprağa su vermek gibi görünmez bir eylem olacaktır.

İmzaya açılması düşünülen, bana da gönderilen “Aklamıyoruz Haklıyoruz” başlıklı taslak metini, ben, kalın kafalı olmamdan olacak tam anlayamadım. Bana göre, AKP taşeron örgütlenmesinin dağıtılması, onun efendisine karşı verilecek mücadele ile başarı şansı bulabilir. Birçok ABD karşıtı AKP’li de var. Söylediğim bu politika ile, onların AKP’den koparılıp muhalefet saflarına katılmaları belki mümkün olabilir diye düşünüyorum. Bana göre, AKP’ye muhalif olanların, nesnel olarak kendi saflarında olması gerekenlere karşı mücadele yürütmeleri yerine, onları kendi saflarına çekmeleri esastır. Yapılması gereken budur. Saprofit yaşam biçimi ile kendilerine bağladıkları yığınları onlardan koparmak gerekir. Bunun en önde gelen yöntemi, efendiye yani Amerikan emperyalizmine karşı bir cephe açmaktır.

Bunları şunun için söylüyorum: Yaşam şematize edilemeyecek kadar karmaşıktır. Bu karmaşayı çözümleyecek bir sonuca ulaşmak, statik kalıpların yıkılması ile mümkün olabilir. Statik önermeler ki genellikle, ideolojik netlikten yoksundur ve belirlenmiş bir stratejileri yoktur. Bu nedenle her bir statik önerme, mevcut statükonun devamı ve bekası için, istemese bile bu statükoyu belirleyen gerçekleri örten bir rol oynar. Böylelikle, faciaya dönüşen olayların asli failleri es geçilerek fatura taşeronlara kesilir. Statükoya bir şey olmaz, değişen sadece taşeronlar olur.

Neler yapılması gerektiğini, biraz daha açalım.

AKP, emperyalizmin taşeronluğunu yapmak için kendisine dikte edilen yurttaşlıktan uyrukluğa geçiş projesini, dini de kullanarak etkin bir biçimde uygulamakta. Bu işlev, hem emperyalist sömürü hem de Büyük Orta Doğu Projesi için saptanmış politikaların uygulamasıdır.

Bu nedenle, benim görüşüm, ne yapılmalı konusunda yurttaşlık bilincine ve kamusal alan fikrine yakın. Ve, önermem, son derece mütevazı ve yalın.

Kamusal alanın tek gerçek örneği Paris Komünü. Bire bir aynı özellikleri taşımamakla birlikte, 12 Eylül öncesi Fatsa belediyesi, belki, buna örnek gösterilebilir. Demek istediğim, kamusal alanı belirleyecek olan hegemonik güçler değil, yaşam birliği içinde olan halk olmalıdır. Bunun ilk adımı, yurttaşlık bilincinin geliştirilmesi yönünde yapılacak alan çalışmasıdır. Aynı Paris Komünü’nde ve Fatsa örneğinde olduğu gibi…

Yurttaşlık bilinci, yurt sevgisi yanı sıra yurdun yaşam birliği içinde olan insanlarını da, kamusal çıkar bağlamında sevme, onlarla birlikte katılımcı ortaklığa gitme bilincidir. Yurdunu seven yaşam birliği içinde olan insanın da dil, din, ırk farkı gözetmeksizin sevmeli, onlarla birlikte, kamusal alanı ortak çıkarları doğrultusunda yaratmalıdır. Yurttaşlık bilinci budur. Yoksa bireysel özgürlükleri topluma rağmen savunmak değil. Günümüz Türkiye’sinde toplumsal çıkar, ülkenin içinde bulunduğu durum nedeniyle, sapına kadar anti-emperyalisttir.

Uyrukluktan yurttaşlığa geçiş, itaat eden kişiden, sorgulayan, eleştiren bireye geçişle birlikte gerçekleşmiştir. Yurttaşlık, bir devlet içinde yaşayan kişilerin eşit haklara sahip solması, bir başka deyişle hukuk önünde eşit olması ile tanımlanır. Kişi artık sadece, devlete karşı belli sorumlulukları olan, belli ödevleri yerine getirmek zorunda olan kişi değildir; aynı zamanda temel hak ve özgürlüklere sahip kişidir. Toplumsal ortaklığın omurgasını, kapitalizme ve faşizme karşı olan mücadeleden soyutlanamayan emperyalizme karşı mücadele oluşturmakta.

Bizzat ABD’nin yaptırdığı anketlerde Türkiye halkının %82’i ABD’ye karşı. Ama gel gör ki ABD’nin taşeronluğunu yapan AKP tek başına iktidarda. Bu çelişkinin üzerine gidip bu yapay gerici örgütlemeyi dağıtmak devrimcilerin birincil görevidir.

 * ÇOK ÖNEMLİ BİR BİLGİ NOTU: Pentagon'a düşünce üreten danışma kuruluşlarının başında gelen "RAND CORPORATION" tarafından yayımlanan "SİVİL DEMOKRATİK İSLAM RAPORU"nda "laiklik yanlısı kesimlerle sosyalistlerin Amerikan karşıtlığı temelinde bir araya gelmelerini önleme stratejisi" önerilmektedir.

 Korkut BORATAV (İktisatçı)

 * AKP'nin altı yılı içinde büyüme süreci dünya ekonomisinin genişleme konjonktürüne denk gelmiş; hiçbir aktif politika seçeneği kullanılmadan, dış kaynak girişlerine teslim olunmuştur. Bölüşüm ilişkilerinde ise, önceki dönemden devralınan emek-karşıtı yönelişler olduğu gibi sürdürülmüş; sadece, hükümete yakın iç ve dış sermaye grupları lehine kayırmacı uygulamalar pekiştirilmiştir.

* AKP'nin ekonomik ve sosyal politikalarının tamamen ve istisnasız egemen sınıfların programından ibaret olduğu ısrarla açıklanmalı; ekonomik kriz koşullarında bu yönelişlerin halk sınıfları üzerinde daha da ağır yansımaları olacağı dikkate alınmalıdır. Halkın cemaat-tarikat ve onlarla bağlantılı belediye sadakalarına muhtaç olması yerine vatandaş olarak talepkar bulunması vurgulanmalıdır.

* Tamamen onaylıyorum.

 Metin ÖZUĞURLU (SBF, Ankara Üniversitesi)

 * Akademik ilgi alanım çalışma ilişkilerini    

   kapsıyor.Bu alandan bakarak AKP

   değerlendirmesi yapmadan önce karşımızda 

   alışageldiğimiz türden bir siyasal partiden ziyade

   bir projenin var olduğunu belirtmek isterim. AKP,

   siyasal partiden fazla bir şeydir, bir projedir.

   Türkiye hakim sınıflarının da onayını alan

   uluslararası bir projedir. Proje hedefi, 

   neoliberalizme ve Batı emperyalizmine ram olmuş “Ilımlı İslam modelini” yerleştirmektir. Neoliberalizm en özlü tanımıyla, işçilerin sınıf olma vasfını geriletme ve yeniden bir sınıf olarak vücut bulma kapasitelerini ortadan kaldırma stratejisi ise AKP iktidarı altında geçen son altı yılda bu yönde maalesef azımsanmayacak mesafeler alınmıştır. Toplu sözleşme rejimi çökertilmiş, sendikalar eritilmiş ve sınıf örgütü olmaktan çıkartılması noktasında çok yönlü baskılara maruz bırakılmıştır.

Vurgulanması gereken bir diğer özellik de şudur: AKP’nin yaygın kadrolaşma girişimi bürokrasideki bilindik türden bir patronaj ilişkisi değildir; bu girişim yukarıda sözünü ettiğim proje gereği parti-devlet özdeşliğine yönelmiş bir siyasal iktidarın marifetidir. Nitekim aynı ısrarı, işçi sendikaları başta olmak üzere kitle örgütlerinin ele geçirilmesi noktasında gösteriyor olması da bununla ilgilidir. Toplum üzerinde otoriter hakimiyet tesisi noktasında güç aldığı ana kanal ise bilindiği gibi dini cemaatlerdir. Öte yandan AKP ve dini cemaatler sarmalının kitlelerle kurduğu ilişki “imam-mücahit” ilişkisi değildir; Ilımlı İslam’ın kitlelerle kurduğu ilişki, liberalizmin ahlak yoksunu “faydacılık” ilişkisinden öte bir şey değildir. Faydacı ilişkiden fazlasıyla faydalananlar sözü edilen sarmalın yönetici eliti olurken, kır ve kentin yoksul emekçilerinin payına ise “sosyal riski azaltma” programının hedef nüfusu olmak düşmektedir.

* Kaderini emekçi kitlelerin kaderiyle birleştirmek gibi bir geleneğe sahip bulunan Türkiye solunun cemaatçi ilişki biçiminden öğreneceği hiçbir şey yoktur. Zira sosyal riski azaltma programıyla sadece kitlesel oy toplanabilir, kitle hareketi inşa edilemez. Seçim başarıları ortalamayla (averajla) ilgilidir, oysa tarihi ortalamalar değil ortaklıklar (kolektifler) yapar!

Şurası açık ki Türkiye’de işçi sınıfının bütüncül çıkarlarını gözeten, işçileri bir sınıf olarak örgütlerken, aynı zamanda onu ulus statüsünde de oluşturan bir toplumsal hareketin acilen inşasına gereksinim bulunmaktadır. Türkiye somutunda böyle bir yönelim; örgütlü- örgütsüz ittifakını; güvenceli-güvencesiz ve vasıflı-vasıfsız işçi ittifakını sağlamayı gerektirdiği gibi kimlik siyaseti etrafındaki toplumsal parçalanmaya karşı olarak da sosyal yurttaşlık statüsünü savunmak durumundadır. Biraz daha somutlaştırmak gerekirse; kolektif sınıf kimliğini geliştirici, dolayısıyla işçilerin mücadele kapasitelerini güçlendirici tarzda olmak kaydıyla kooperatif, birlik vb. dayanışma ağları inşa edilmek durumundadır. Toplumsal muhalefetin bu alandaki çabası, toplumsal ilişkilerin örgütleyici ilkesi üzerine süren bir kavganın parçası olarak düşünülmeli, dolayısıyla yereldeki her çaba “sosyal yurttaşlık” statüsünün yeniden inşasıyla ilişkilendirilerek yürütülmelidir.

* Kampanya adının kafiyeli oluşu bu toprakların ruhuna uygundur! Şaka bir yana bu kampanyanın bence en kritik işlevi, AKP karşısında iyiden iyiye yitirilmiş özgüvenin yeniden kazanılmasına yapacağı katkıdır. Zira solcular arasında AKP’nin çok sistemli çalıştığı, toplumunun bütün dokularına hükmettiği yönünde yaygın bir inanış mevcuttur. Bu inanış, muhalefet saflarında öfke kabarmasına yol açsa da asıl yaygınlaştırdığı ve derinleştirdiği psikoloji çaresizliktir. Öyle ki AKP’nin son üç seçim başarısının ardından bu psikoloji neredeyse sol açısından “öğrenilmiş çaresizlik” mertebesine ulaşmış bulunmaktadır. Kampanyanın bence en önemli yanı bu psikolojik cendereyi kırmaya yönelmiş olmasıdır.

Abdullah AYSU (Çiftçi-Sen Kurucu Genel Başkanı)

* AKP’nin altı yılına baktığımızda Türkiye tarımı ve üretici köylüleri açısından iyi geçti diyemeyiz. Türkiye tarımında deyim yerinde ise tam bir tahribat yaşandı. Türkiye temel besin maddelerinin üretiminde yeterlilikten daha da uzaklaşıldı. Temel besin maddeleri konusunda iç üretimi arttırmak, üretimi desteklemek yerine ithalat yolu seçildi. Bu politikalar da Türkiye çiftçisini üretemez konuma taşıdı. Köylüler çiftçilik mesleğini terk etmek zorunda kaldı, kalıyor. AKP’nin tarımda uyguladığı yanlış, şirket yanlısı politikalar nedeniyle Türkiye’de her 50 saniyede bir, bir çiftçi mesleğini terk eder duruma geldi.

* Toplumsal muhalefet küresel düşünmeli ve yerel örgütlenmeli diye düşünüyorum. Yerel/ulusal düzeyde örgütlenen toplumsal muhalefet güçleri ülkede uygulanan neoliberal politikalara karşı mutlak surette ortak bir mücadeleyi tesis etmeli. Üreticiler, tüketiciler, işçiler, kadınlar, gençler, kamu çalışanları, çevre örgütleri ve meslek örgütlerinin ortak mücadele etmesi başarılabilinmeli. Türkiye’deki toplumsal muhalefet güçlerinin verdikleri mücadele diğer başarıya ulaşmış, tersten bir rüzgâr estirmeye başlayabilmiş/başarabilmiş ülkelerinkinden daha az değildir. Ancak eksiktir. Eksiklik; birlikte davranma kültürünün olmaması, koordinasyon noksanlığı diye düşünüyorum. Tek tek örgütlerin verdiği mücadele elbette ki, saygıya değerdir ancak rüzgârı tersten estirmeye, ibreyi yoksullardan ve yoksunlardan yana döndürmeye yetmemektedir, yetmez de.

* Kampanya yapılması gereken politikalardır, diye düşünüyorum. Bu amaca hizmet ettiğini düşündüğüm “Aklamıyoruz, Haklıyoruz” kampanyası olumlu görülmelidir.

 Ali ÇERKEZOĞLU (TTB MYK üyesi)

 * AKP’yi ülkemizdeki diğer partilerden ayıran en 

  önemli özelliği iktidara geliş(getiriliş) süreci. AKP

  kendi alanımız olan sağlıktan baktığımızda, sağlığı bir

  hak olmaktan çıkarıp piyasa koşullarına göre

  yeniden düzenleme misyonu olan, bu gibi yasal

  düzenlemeleri yapmak üzere görevlendirilmiş bir

  siyasi oluşum olarak görülüyor. Son altı yılda IMF

  ve Dünya Bankasının talepleri doğrultusunda

  yaşama geçirmeye çalıştığı “Sağlıkta Dönüşüm Programı” sağlıkta yıkımın rehberi aynı zamanda. İlaç tüketimini arttırmak, özel hastanelere gidişi kolaylaştırmak gibi popülist yaklaşımlar, kuyruklardan bıkmış yurttaşlara sağlıkta kendi lehlerine bazı değişikler olacakmış izlenimi verdi. Oysa AKP’nin yeni sağlık sistemi bütünüyle prim, katkı payı, ek ödeme gibi parasal argümanlar üzerine kurulu ve sadece parası olanın parası kadar sağlık almasına yol açmayacak. Sağlık her an gelirimizin bir bölümüne, ama ciddi bir rahatsızlık anında çok büyük bir bölümüne el konulacak yeni büyük bir vergi haline getirildi. Sosyal Güvenlik Kurumu ve Özel sigorta kurumları da bu sağlık vergisini sermaye adına tahsil etmekle görevlendiriliyor.

* AKP’nin niteliği ona karşı nasıl bir muhalefet izlenmesi gerektiğini de gösteriyor. Sağlık, eğitim, enerji, barınma gibi en temel hakları kamusal niteliklerinden arındırıp satılığa çıkaran, ortaya çıkaracağı derin yoksulluğa karşı özünde taşıdığı dinsel gericilik ve tarikat ilişkilerini kullanması istenen bir parti. Aynı zamanda Ortadoğu’daki yeni sömürgeleştirme siyasetinde ABD emperyalizminin işgalinin açık destekçisi. Buradan bakıldığında, Neoliberalizme karşı, kamusal hakları korumayı ve bunları yeni bir kamu tartışmasıyla yeniden tanımlamayı esas alan bir toplumsal muhalefet programına ihtiyaç var. Savaş ve işgal karşıtı, halklar arasında kardeşleşmeyi de öne çıkarması gereken bu programın birleşik mücadele ekseniyle örülmesi gerekiyor. Sendikaları, meslek odalarını, siyasi oluşumları birlikte mücadele kanalına taşıyan, ancak yukarılarda temsili bir araya gelişler yerine yerelin dinamizmiyle merkezlerin kapsayıcılığını bütünleştiren bir anlayışa ihtiyaç var. İşçisi, işsizi, hizmeti sunan emekçiyi ve bundan yararlanan halkı karşı karşıya getirmeyen birlikte mücadele edebilecekleri zeminlerin çoğaltılmasına ihtiyaç var. Başta “Herkese Sağlık Güvenli Gelecek Platformu” olmak üzere birçok yeni adımda bu yaklaşımın ip uçlarını görmek mümkün.

* Halkevleri AKP’ye ve onun temsil ettiği zihniyete hak ettiği dilden yanıt veren bir kurum. Neoliberalizmin temsilcisi olarak uluslar arası sermayenin ve ülkemizde tarikatların desteğini almış olmak AKP’de küstah ve saldırgan bir üslup yarattı. Bu nedenle yumurtasından, söylemine kadar kararlı, inatçı bir muhalefet yürütüyor olması Halkevlerinin AKP karşısında bir moral üstünlük sağlamasına yol açıyor. Son olarak AKP’nin icraatlarının teşhiri anlamına gelen “Aklanmaması” ve sadece aklamamakla yetinmeyip “Haklama” iddiasının sürdürülmesi, “Dincinin hakkından imancı ( kendisine ve halkına güvenen devrimci) gelir!” Lafını hatırlatıyor.

 Ali Rıza CİHAN (Birgün gazetesi Ankara temsilcisi)

* AKP'nin 6 yılını emperyalizme tam teslimiyet, işsizlik, özelleştirme (babalar gibi satma), yoksulluk, yolsuzluk (Deniz Feneri, hayali ihracat vb.), yalan, talan, zam, zulüm olarak değerlendiriyorum.

 * Düzenin mağdurlarıyla, yani işçi, köylü, işsiz, dar gelirliler, memur ve emeklilerle doğrudan ilişki kurulmalı; bunların ekeonomik sorunlarının çözümüne ilişkin inandırıcı bilgiler ve mücadele yöntemleri üretilmeli.

 * Kampanyayı ve ele aldığı yaşama dayalı konuları yerinde buluyorum. Milletin büyük çoğunluğunun alınterinin, emeğinin karşılığını bir avuç azınlığa, yerli ve yabancıya peşkeş çeken, yoksulu daha yoksullaştıran ve açlığa mahkum eden AKP'den elbette ki mazlumların hesabı sorulmalıdır. Elbette ki bu görev hepimizindir.

Sedat BOZKURT (Fox Tv Ankara temsilcisi)  

* Önce bir siyasal sistem tahlili yapmak lazım. Türkiye’deki temsili sistem bence en arızalı alan. Seçim sistemi, halkın yönetime doğrudan katılmasına aracılık edecek temsilcileri seçmiyor, parti oligarşilerini meşrulaştırıyor. Parti liderlerinin ve yakın kadronun belirlediği isimler seçim sandıklarında onaylanıyor. Pek çok seçmen oy verdiği partiyi biliyor ancak oy verdiği milletvekilinin adını bile bilmiyor. Ve AK Parti iktidarı böyle bir sistemin içinden çıkarak geliyor. Bu nedenle AK Parti’ye diğer partilerden farklı muamele etmek yanlış olur. Ancak, AK Parti’nin siyasi rotasına baktığınız zaman, sistem muhalifi gibi bir algılamaya ulaşabilirsiniz. Bu yanıltıcı değildir. Çünkü sistemin en önemli iki refleksinden birisi AK Parti’nin temsil ettiği siyasi anlayıştır. O nedenle siyasi arenada itilip kakıldıklarını da muhalefet ettikleri dönemde söylemek lazım. Bu itilme sırasında edindikleri muhalif tavır onları sadece iktidar yapmamış, ayna zamanda iktidardayken de tepki oylarını almalarını sağlamıştır. Bunların uzun uzun biçim ve içerik olarak değerlendirilmesi lazım. Türkiye’de seçmen profilini aşağı yukarı tanımladıktan sonra bunları tahlil etmekte zorlanmayız. Seçmenlerin, inandıkları, güvendikleri siyasetten daha çok, kısa vadeli çıkarları yoksa kızdıkları siyasi yapıyı kimin alaşağı edeceğini bilerek tercihte bulunması 12 Eylül sonrasında edinilen bir alışkanlık. AK Parti için sıkıntı iktidar olması ile başlıyor. Bu sıkıntının temelinde çok ciddi sağa sapma vardır. Yani standart sağ parti refleksleri ve tercihleri. O ana kadar eleştirilen sermaye, medya, yargı, bürokrasi ve genel anlamıyla bütün yerleşik iktidarların düzeltilmesine, doğal, normal rollerine döndürülmesine çalışılmamış, tam tersine kendisinin lehine dönüştürülmeye çalışılmıştır. Yani sermaye kötü, o zaman yandaş sermaye yaratalım, medya kötü, o zaman yandaş medya yaratalım, yargı kötü, mümkünse benim etkimde bir kötü yargı olsun gibi. Bu da AK Parti’yi o muhalif algılamanın dışına çıkartarak ANAP’ın, DYP’nin son dönemlerdeki kötü hallerine sokmuştur. Buna en somut örnek, kapatma davasının açıldığı dönemde, tüm emekçilerin sosyal haklarını ellerinden alan Sosyal Güvenlik Yasası’nın bir an önce çıkarılmasındaki ısrarıdır. Demokratik ve özgürleşme yönünde atılacak adımlarınla ilgili örneklere bile gerek yok.

 * En önemlisi örgütlenme ve buluşma noktası. Çok kalabalık yaşamamıza karşın birbirimizden haberimiz yok. Bu sistemin bilinçli bir tercihi. Birer dinsel aygıt gibi evimizin başköşelerine koyduğumuz televizyonlar sayesinde hepimiz, bilgisayar ünitesi gibi üretilmiş robotlar haline getirildik. Programlanmış vicdanlarımız var. Beyinlerimiz onların izin verdiği ölçüde çalışıyor. Düşünmüyoruz, sorgulamıyoruz, çünkü düşünsek, sorgularsak, öğrenirsek tavır koymamız gerekecek. Bu nedenle muhalif yayın organlarının satışı düşük, iktidar yanlısı olanların her daim yüksek. Türkiye’deki bu üretilmiş toplum biçiminin bir şekilde ters döndürülmesi lazım. Yerli dizilerin sahte, sanal aşk acılarına değil, toplumsal sıkıntılara kafa yorarak üzülmeli. Bunun için ona bir kanalla ulaşmak lazım, bir buluşma noktası, bu kirlenme içinde bir tür oksijen maskesi.

* Topluma ulaşmak için yürütülecek muhalefet biçimlerinden birisi. Olmasaydı eksik olurdu, ama yeterli mi? Değil. Biraz daha yalın olabilirdi, şöyleki, “öğrenciden ve hastadan müşteri olur mu, vatandaş devletin müşterisi midir?” gibi daha ete kemige bürülü bir açıklayıcı bir soru iyi giderdi diye düşünüyorum.

 

 Ozan Devrim Yay (Anadolu Üniversitesi Öğretim Görevlisi)

* Çevre açısından geçen altı yılın hiç de olumlu geçmediği çok açık. Gerçi AKP'nin yerinde hangi sermaye partisi olsa bu olumsuz görünümde çok da fazla değişikilik olmayacaktı belki. Ancak AKP, tüm ülkenin sermayenin istediği şekilde bütünüyle bir pazara çevrilmesi ve bu yapılırken çevrenin hep öncelikle feda edileceklerin arasında sayılması konusunda seleflerine parmak ısırtacak kadar başarılı oldu. Geçen yıllarda, pek çok alan gibi çevre mevzuatı da baş döndürücü bir hızla değişti. Bu kapsamda, AB ile uyum çerçevesinde daha yüksek çevresel standartlar getiriliyormuş görüntüsüne karşın, hem çevre mevzuatının hem de ilgili diğer mevzuatın satır aralarında yapılan değişikiliklerle tüm doğal varlıklar sermayeye kurban edildi ve satılığa çıkarıldı.

* AKP'nin bütün mukaddesatçı görüntüsünün altındaki sınıfsal konumlanışı, ulusal ve küresel sermayeyle nasıl iç içe olduğu, onun sermayenin partisi olduğu ve onlar için de en kutsal değerin aslında sermayenin değerleri olduğu vurgusu öne çıkarılmalı. Sermayenin 'küresel düşün, yerel hareket et' sloganı tersyüz edilerek sermayenin küresel saldırısının yerel yansımaları görünür hale getirilmeli, yerelde çevresel değerlerine ve emeğine sahip çıkan muhalefet, tüm deneyimini birbirini bütünleyecek şekilde birleştirerek, AKP'nin bu dönem temsilcisi olduğu neoliberal saldırıya topyekün karşı koymalı.

* Sermayenin ve militarizmin karşısında hazır ola geçen AKP politikalarının teşhiri için çok zamanında ve doğru bir tepki olarak görüyorum. Kampanyanın öne çıkarılan sağlık gibi en önemli saldırı alanlarının yanında çevre hakkının ve bu kapsamda su hakkının öne çıkarılması da yine çok anlamlıdır. AKP'nin çevresel varlıkların satılması yoluna baş koyduğunun en somut göstergesi olarak Dünya Su Forumu'nu birkaç ay içinde Türkiye'de düzenlemeyi planladığı ve büyük su tekellerini kırmızı halıyla karşılamaya hazırlandığı bir dönemde su hakkına yapılan vurgu çok yerindedir.