İçinde bulunduğum belediye otobüsünün penceresinden gördüğüm afiş beni çocukluğuma savuruverdi. Bu Halkevleri’nin 80. yılını kutlama afişiydi ki Halkevleri’nin benden 11 yıl daha büyük olduğunu hesaplamam zor olmadı. Ne zaman Halkevi sözünü duysam beldemizde daha çok kahvehane olarak kullanılan Halkevi binası gelir usuma. Beldemizin Osmanlı’dan kalma jandarma karakolundan sonra çatısı kiremitli tek binasıydı. Geniş bir balkondan birkaç basamaklı merdiven çıkılarak girilen 5-6 yüz kişilik bir salonu vardı. Olağan günlerde kahvehane olarak kullanılan bu salonun siyah renkli perdeleri, geniş bir sahnesi ve film oynatma yeri vardı. Ben ilk filmi burada seyrettim; Eşref Kolçak’ın başrol oynadığı bir filmdi. İlkokulu bitirdiğimiz yıl adını şimdi hatırlayamadığım bir oyunu sahneye koyduk sınıfça. Mahalli sanatçılar sık sık konserler verirdi Halkevi’nde. Beldenin kimi sorunlarının da bu salonda tartışıldığını ansıyorum.
Balkonun bir ucundaki odada PTT vardı. Diğer ucunda üzerinde ‘Okuma Odası’ yazan daha geniş bir oda. İçi kitap doluydu. Bizlerden büyük, lisede okuyan bir abi bakardı kütüphaneye. Çalıkuşu romanı ile Ömer Seyfettin’in öykülerini ve birçok kitabı Halkevi sayesinde okudum. O zamanlar kendi olanaklarımızla ulaşamayacağımız eşofmanlar, lastik ayakkabıları ve futbol topları vardı kütüphanede. Beldenin genelde dışarıda okuyan gençleri olarak zaman zaman yakın köydeki gençlerle maç yapardık.
Beldede belki de tek radyo Halkevi’nde vardı. Elektrik yok tabii. Geniş bir kaptaki kimyasal bir sıvıya batırılmış iki elektrot radyo için gerekli enerjiyi veriyordu. Radyonun yanındaki gramofon ve bir sürü plak. Yaz gecelerinde, oturduğumuz ve uyuduğumuz dam başlarında, Halkevi’nin gramofonundan tüm beldeye yayılan Müzeyyen Senar’ın şarkıları ve Muzaffer Akgün’ün yanık türküleriyle hüzünlenirdik.
Halkevi radyosu köylünün dışarı açılan kulağıydı. Özellikle önemli olayların olduğu akşamlar insanlar Halkevi’nde toplanarak haberleri dinlerdi.
Halkevi salonunu kahvehane (halk ‘kahve’ der) olarak dayım işletiyordu. Dayım çok titiz bir insandı. Ayakkabısı çamurlu olanları salona almaz, kapı önünde bir paçavrayla sildirirdi önce. Beldenin ayakkabıları her daim boyalı ve cilalı tek insanıydı belki de. Bu nedenle adı ‘Boyalı Pabuç’a çıkmıştı. Üstü başı her daim temizdi. Her çay, kahve içilişinde bardak ve fincanları tek tek sıcak sabunlu suyla yıkardı.
Sadece kültürel etkinlikleriyle değil, güneşte parıldayan kiremit çatısı, büyük pencereleri ile o dönemde çağdaş kültürle pek tanışmamış, hemen tüm binaları kerpiçten yapılma, toprak damlı ve çok küçük pencereli konutlardan oluşan beldemiz için çağdaşlaşmaya açılan aydınlık bir pencereydi Halkevi binamız.
Gerek çocukluğumda, gerek sonrasında Halkevi binamızın yapılış amacına uygun çalışmalar yapacak sorumlular yoktu. 1930’larda tarihi beldemize ve yöresindeki onlarca köye de hizmet vermesi amacıyla yapılan ve hizmete sokulan binanın DP iktidarıyla birlikte işlevsizleştirildiğini sanıyorum. Ama geçmişten kalan mirasla işlevini az-çok yerine getiriyordu kendiliğinden.
Beldemiz Özal’ın başbakan olduğu yıllarda, CHP’li olan belediye başkanımızın ANAP’a geçmesi karşılığı ilçe yapıldı. Polis geldi, mahkeme geldi, tapu dairesi vs. geldi; ama Halkevi gitti: Salona Ziraat Bankası açıldı, kütüphane de ayakkabı dükkanı oldu. Böylece beldenin sanata açılan en önemli kapılarından birisi kapatılmış oldu.
Halkevleri ile ikinci ilişkim 1970’ler sonu, yani faşist darbeye ortam hazırlama yıllarında oldu. O dönemde adına Ülkücü Gençlik denen paramiliter güçler, kentlerdeki mahalleleri bir bir teslim alarak devrimci ve demokratları tehdit edip öldürüyor ve tüm halkı baskı altında tutuyorlardı. Ortalıkta polis ya da jandarmanın bulunmadığı, bulunsa bile faşistleri korumak için bulunduğu o kabus günlerinde mahallemizde bulunan Halkevi’nden gençler sayesinde kimi mahallelere göre daha rahattık; bakkalımıza gidebiliyor, evimizde görece rahat uyuyorduk.
Halkevleri ile yolum bir kez daha 1999’da Gölcük depreminden sonra kesişecekti. Depremden birkaç ay sonra gittiğim İzmit’te, büyük bir barakanın içinde, İstanbul’un çeşitli kesimlerinden Halkevi üyesi gençlerin topladığı yardım malzemelerinden oluşan büyük bir mağaza ile karşılaştım. Ayakkabılar, montlar, her türlü giysi… Hepsi ya yeni ya da yıkanmış, ütülenmiş pırıl pırıldı. Mağazayı kimse beklemiyordu. İnsanlar geliyor, gereksinimlerini alıp gidiyorlardı. Benzer çalışmaları Van depreminde de gerçekleştirdiklerini bu siteden izliyorum.
Halkevleri’ni asıl tanımam ise AKP iktidarı döneminde oldu. Merkezi ve yerel otoritelerin neoliberal politikalar kapsamında yaptığı her türlü hak gasplarına, antidemokratik uygulamalarına hemen hemen ilk karşı çıkanlar arasında turuncu renkli özel flama ve formalarıyla Halkevleri’nden gençler oluyor. Onlar, polisin copu, gazı; özel yargının mahpus damı, YÖK ve üniversitelerdeki uzantılarının baskı ve tehditleri karşısında yılmadan direniyor, geleceğe ilişkin umutları diri tutuyor. İşbirlikçi Cemaat ve AKP koalisyonu bu derneği kapatmak için elinden geleni yapıyor: 80 yıllık derneği Kamu Yararına Çalışan Dernekler statüsünden çıkardı. Derneğe ‘terör örgütü’ yaftasını yapıştırmaya çalışıyor.
Dini cemaatlere ait dernek ve kurumlara arka çıkan 12 Eylül faşist cuntası da ‘anarşist’ suçlamasıyla (taktikler ne kadar benziyor!) Halkevlerini kapatmıştı.
[email protected]