GİRİŞ
“Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu”. William Shakspeare’in 1061 yılında yazdığı
Hamlet isimli oyununda geçen dünyaca ünlü sözüdür. Yazar oyunu babasının ölümünden sonra
kaleme almıştır. Oyunun konusu şöyledir; babasının ölümü üzerine sarsılan Danimarka prensi
Hamlet, annesinin yaşadığı bu acı olayın yasını tutmadan babasının yerine ülkenin kraliyet tahtına
oturan amcasıyla evlenmesine öfkelenir. Bu öfke öylesine büyüktür ki, kahramanımızın gözü
sevdiği kız Ophelia’yı bile görmemektedir. Sarayda dolaşan babasının hayaletiyle konuşan Hamlet
babasını öldürenin onun karısına ve tahtına göz diken amcası olduğunu öğrenir. Olayı araştıran
Hamlet duyduklarının gerçek olduğunu görür ve intikam almaya karar verir.
Shakspeare’in Hamlet oyununu izleyenler veya okuyanlar hatırlayacaktır yukarıdaki
satırları. Olmak ve olmamak ikilemi, karşıtlığı ya da belki kimilerine göre birlikteliği çağlar boyu
bireylerin, toplumların, toplumsal dinamiklerin oluşum süreçlerinde elbette ki etkili olmuştur.
Felsefe, psikoloji, sosyoloji gibi disiplinlerde bu olgu çokça işlenmiş ve işlenmeye devam
etmektedir.
İnsanlık tarihi boyunca toplumlar ve bunları oluşturan bireyler hep bir şey olmak ya da
olmamak nesnelliğinde toplumsal yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Doğumdan ölüme kadar geçen
süreçte, tarih skalasının hangi aralığında yaşadığınızla ilişkili olarak bir şey olmak, bir şeyden yana
olmak, bir şeye taraf olmak, bir şeye ram olmak ya da bir şey olmamak, bir şeyden yana olmamak,
bir şeyin içinde bulunmamak gibi bir durumla karşı karşıya kalınmıştır. Bu belirlenimlerin hiçbiri
için kendiliğindenci belirlenimler olduğunu söyleyemeyiz. Yani sosyal bir canlı olduğu malumun
ilanı olan insanın hiçbir dışsal veya bunun içsel tepkimesi olmaksızın olmak-olmamak karşıtlığını
veya birlikteliğini yaşaması düşünülemez. Peki, nedir insanı olmak-olmamak güdülenmesine sokan
psiko-sosyal faktörler. Birçok tali başlıktan uzun uzun bahsedilebilir. Ancak benim bu bildiride ele
alacağım konu da bu tali başlıklardan biri olan dindir. Tali olarak adlandırmış olsam da içlerindeki
en kapsamlı olan ve insanlık tarihi boyunca var olmuş bir olgu olarak din önde durmaktadır. Din
olgusunun toplumların yaşamında ve tarihsel gelişim sürecinde toplumları nasıl şekillendirdiğiyönlendirdiği,
bireye, bireyin yaşamına yönelik etkileri günümüze yansımaları gibi bir dizi başlıkta
ele alınması bugünü anlamak adına ön açıcı olacaktır.
Bu bildiride ele alınacak olan, aydınlanmacılığın öyküsüdür. Öykümüzün kahramanlarından
biri din, diğeri hiç kuşkusuz bilim olacaktır. Hâlbuki ne çok şey yazılmıştır din ve bilim üzerine. Bu
seferki başka demeyeceğim, başkalaştırmaya da çalışmayacağım belki, ancak şunu söylemeliyim ki
aydınlanmacılık öyküsünün 21.yy evresinde yaşanan, yaşanmakta olan bir negatif-diyalektiktir. Bu
sorunu izah etmek gerekirse; bilimin tarihsel süreçte kazanımları ve dogmanın, tabusal inancın artık
geri dönüşü olamayacak bir mağlubiyet içerisine girmesinin kimi sonuçları vardır. Birincisi, din
artık eski, bıçak keskinliğinde ki yaklaşımıyla varlığını sürdüremeyecektir; öyleyse dini toplumsal
yaşama daha sıkı bağlarla monte etmenin kimi yolları aranmak durumunda, bu bağlamda kimi
ittifak sorunları ortaya çıkmaktadır. Yıllar yılı hep terazinin ağır tarafında olan din, yine kendi gibi
ağır çeken taraflarla ittifak yapıp eski saygınlığına geri dönme ve ya en azından güncel kalma
çabası içerisindedir. Bu ittifaklar vücut bulurken bıçak keskinliğinin yerini hoşgörü, birlikte yaşama
1
öğretileri, açık toplum olma özlemi ve mutlakıyetten uzak herkesin ağzına bal çalma stratejileri
geliştirilmiştir. İkincisi, bu güne gelindiğinde ortak yaşama öğretisi bağlamında her rengi içine
katma gayreti bir meşruiyet sorunudur. Ancak farkında olmadan ve ya bile isteye tek renkleşmekte
oldukları gerçeği ortada durmaktadır. Bilimin, din ile çatışması su götürmez bir gerçekliğe
dayanmaktadır; bu mücadele sömürenlerin karşısında sömürülenlerin kavgasıdır ve sınıf temellidir.
Bildirimizde bu çatışmanın tarihsel köklerine değinmeye çalışacağım.
Bildiriye konu olan ve ülkemizin ve toplumumuzun gündemine -rakamı abartmama izin
verin- özellikle son 25 yılda belli aralıklarla giren, farklı açılardan değerlendirilen, tartışılan türbanı,
türbanın tarihsel olarak gelişim sürecini, oluşum sürecindeki sosyal ve siyasal faktörleri ve daha
spesifik olarak ilkelerinden biri hiç kuşkusuz ki maddecilik olan –tabiatıyla olması gereken- sol’un
türbanla imtihanını yorumlamaya çalışacağım. Bunu yaparken yöntem olarak öncelikle teoloji
olarak bilimsel bir sosla sunulmaya çalışılan tabusal, dogmatik verilerden ve bilimin kiliselerden
bağımsızlaşarak günümüze uzanan zorlu yolculuğundan, türbanın tarih sahnesinde var olduğu
dönemlerden günümüze gelişim sürecini ele alan bir dizi makaleden, özgün yazılardan, farklı
siyasal tabanlara basan gazete ve dergilerin haber arşivlerinden, sol tandanslı yazarlardan ve
naçizane fikirlerimden yararlanacağım. Bilim ve din’in oluşum, gelişim süreçlerini hızla geçip
ağırlıklı olarak türbanın günümüze yansımasını ele alacağım. Burada vurgulayacağım temel nokta
türbanın sosyal, siyasal gerekçelere angaje olan yönünün ve zamanla bütünüyle böyle kavranmaya
çalışılmasının 21.yy dünyasında nasıl bir ihtiyaca cevap verdiğiyle ilişkilidir.
Yaşadığımız çağda ve yaşadığımız topraklarda herhangi bir gün ve herhangi bir şehirde
sokakta yürürken farklı yaş gruplarından bayanların türban taktığına şahit olmuşuzdur. Bu yaş
aralığı tahmin edilenden çok daha geniştir. Öyle ki burada 5 ile 85 yaş arası diye tarif etsem de
sanırım abartılı olmayacaktır. Çok küçük yaşlardaki kız çocuklarında çok sık görmesek de İslami
örgütlerin yoğunluklu yaşadığı bölgelerde 5 yaşlarındaki kız çocuklarının türbanlı görüntüleri hiç de
yabancısı olduğumuz bir durum değildir. Takılış nedenleri ise farklı farklıdır elbette ki. Bu konuda
yapılan çok çeşitli anket çalışmaları vardır ve bir kısmının hiç de iyi niyetli bir şekilde hazırlandığı
ve yayımlandığı söylenememektedir. Bu konuya bildirinin ilerleyen bölümlerinde yer vereceğim.
Türbanın takılış amaçlarının başında hiç kuşkusuz inanç gelmektedir. Elbette ki bu bireyin türban
takması için yeterli bir nedendir. Diğer nedenleri oy oranlarına göre sıralayacak olursak
“İslamiyet'in emridir”, “Müslüman’ım ondan”, “Ailem öyle istiyor”,”Eşim örtünmemi istiyor”,
“Geleneklerimiz budur” ve “Alışkanlıklar”. Burada yapılan anketin sonuçlarında belirgin olarak
farklılaşan inancım gereği cevabı anketi yanıtlayanların yarısından fazlası tarafından işaretlenmiş.
Diğer cevaplar arasında anlamlı bir farklılaşma görülmemekle birlikte toplamda %40’lık dilimi
oluşturmaktadırlar.(*) Hatırlatmadan geçmemem gereken önemli bir husus da şu, bu anket 31 Ocak–
4 Şubat 2008 tarihleri arasında Fettullah Gülen’e yakınlığı ile bilinen Zaman gazetesi tarafından
Ankethane Araştırma Şirketine yaptırılmıştır. Kim tarafından yapıldığından bağımsız olarak bu
anketin mutlak sonucu bakımından doğruluk payı yüksektir. Herhangi bir zaman diliminde benzer
bir anketi herhangi birisi yapsa da benzer sonuçlara ulaşacaktır. Burada bir sorun yok sorun olan
kısmı bu sonuçların gerçekle bağdaşıp bağdaşmayacağıdır. Yani türbanı inançları gereği taktığını
söyleyen biri gerçekte inanmakta mıdır veya inanmaya zorlanmakta mıdır? Yani beş yaşından
itibaren ebeveynleri tarafından başına bağlanan türban, 20 yaşında üniversiteye gelindiğinde
çıkartılabilinir mi? Bildirimizde bu sorularında cevaplarını arayacağız.
Diğer bir konu türbanın entelektüel, siyasal, akademik çevreler tarafından tartışılmasıdır.
Elbette ki tartışılmalıdır ve tartışmalara bir aydın sorumluluğunda yaklaşılmalıdır. Süre giden
tartışmaların tarafları çok çeşitlidir.
Sağcı liberalinden muhafazakâr demokratına(!), milliyetçisinden demokratına, özgürlükçü
sosyalistinden Ortodoks Marksist’ine, Liberal solcusundan mili görüşçüsüne tartışma sürüp
gitmektedir.
http://www.internethaber.com/news_detail.php?id=127478&interstitial=true
2
Gel gelelim bu tartışmalar oldukça pragmatist bir şekilde ele alınmakta (malum halkın %97’si
Müslüman ve türban takanlarda belirgin bir artış var) ve aralarında anlamlı bir farklılaşma
görülmemektedir. Bu tartışmalarda iki odak göze çarpmaktadır. Türbana evet! Türbana hayır!
Ancak her ikisinin de söylediklerinde sağlıklı bir yaklaşım bulmak çok güç. Hayır diyenler hemen
ardından ama ile başlayan cümleler kurarak türbana hayırhah bir tavır almakta ya da laiklik
olgusundan başka elinde hiçbir siyasal tezi kalmamış sosyal-demokratlar ise hayırı sağlıklı bir yere
oturtamamaktadırlar. Evet diyenler malumunuz ancak son süreçte evet diyenlerin oranlarındaki artış
bu bildiriyi yazmama neden olan en temel gerekçelerden biridir. Bu gerekçe; evet diyenlere, tarihsel
olarak gericilikle, siyasal İslam’la, metafizik ve dogmalarla savaşımı olan sol, sosyalist çevrelerinde
destek vermesidir. Görülen o ki sol adına bedensel olmasa da beyinlerin teslim olduğu bir süreç
yaşanmaktadır. Ve bu destek solun bayrak edindiği iki temel değerden biri olan özgürlük adına
yapılmaktadır.
Elbette ki özgürlük kavramı hiç kimsenin tekelinde değildir. İsteyen özgürlük kavramını alır,
elinde bayrak yapar ancak istediği gibi eğip bükemez ve kullanamaz. Özgürlük kavramı, kavramsal
içeriği bakımından tarihin ilk çağlarından bu yana ezenlerin karşısında ezilenlerin bayrağı,
burjuvazinin karşısında proletaryanın yumruğu, işgalcinin karşısında yurtseverlerin taşı, sopası ve
genel olarak haksızlıkların karşısında haklıların elinde bir kavram olmuştur. Değişmemiş midir?
Elbette hayır! Değişmiştir, başkalaşmıştır, başkalaştırılmıştır, kullanılmıştır ancak bu özgürlük
kavramının içinin boşaltılmasına yetmemiştir. Çünkü başkalaştırmaya çalışanlarında karşısında,
özgürlüğü eşitlik ile ele almış ve bunun mücadelesini verenler hep vardı. Bu bildiride yer vereceğim
bir diğer başlık ise özgürlükçüler ve özgürlük mücadelesini eşitlik ilkesi ile iktidara taşıma
perspektifini şiar edenlerdir.
Bildiride sosyalizmden, “özgürlükçülüğe”; aydınlanmacılıktan, “hoşgörüye”;
yurtseverlikten, küreselleşmeciliğe; ulusal planlı ekonomiden, liberalizme; sınıf siyasetinden,
kimlik siyasetine dönüşümün yaşadığımız coğrafyadaki çok uzun olmayan tarihinden de
bahsedeceğim. Özellikle ülkemiz ve politik düşünce tarihimiz için önemli bir tarihsel kesit olan
1980 ve sonrasını ele alacağım. Dönüşümünden ve politik aklımızda yaşanan erozyonun 21.yy a
bıraktıkları ile ilgili bölüm güncel siyasal gelişmeleri de kapsamaktadır.
Bu bağlamda bildiri için seçmiş olduğum konunun özünün daha iyi kavranması adına ve
bana daha kapsamlı anlatabilme kolaylığı sağlayabilmesi adına burada 2 başlıkla psikoloji bilimine
giriş yapacağım.
Konformite ve İtaat
A.B.D. başkanı J.F.Kennedy ve danışmanları 1961 yılı mart ayında toplanarak Küba’nın
işgali konusunda CIA’nin önerdiği bir planı görüşmüşlerdir. Toplantı sonunda, işgal
doğrultusunda karar alınmıştır. Danışmanlardan birisi Arthur Schlesinger, bu görüşe
katılmamakla birlikte, karşıda çıkmıştır. Daha sonraki yazılarında (1965), Domuzlar Körfezi
harekâtını onaylamadığını, fakat kendisini toplantının havasına kaptırdığı için sesini
çıkarmadığını ve bu nedenle, suçluluk duyduğunu belirtmiştir.
Bir üniversite kampusunda, pek çok genç görsel muhakeme konusunda bir deneye
katılmıştır. Deneyde çeşitli doğru parçaların uzunluğunu tahmin etmek söz konusudur.
Deneklerin, teker teker ve yalnızken yaptıkları tahminler oldukça isabetli olmuştur. Ancak,
bir araya toplanıp yüksek sesle tahmin tapmaları istendiğinde, bir denek, diğerinin
kendisiyle hemfikir olmadığını görünce tahminini değiştirmiştir. Bu durumda olan denekler,
en azından her üç denemenin birinde çoğunluğun hatalı tahminine uymuştur (Asch,
1951’den akt. Bilgin, N. (2005). Sosyal Psikolojiye Giriş (V. Baskı). İzmir: Ege Üniversitesi
Yayınevi).
1968 Mayısında Amerikan askerleri Vietnam’da My Lai’yi ele geçirmişlerdir. Olaya katılan
askerlerden Paul Meadlo, daha sonra kendisiyle yapılan bir röportajda, 40–45 Vietnamlıyı
köy meydanında topladıklarını, çoluk çocuk hepsini yere yatırdıklarını, Teğmen Callley’in
kendilerine gerekeni yapın deyip gittiğini, kendilerinin bundan, onları gözetmeleri gereğini
3
anladıklarını, daha sonra teğmenin geri geldiğinde gerekenin onları öldürmek olduğunu
belirttiğini ve nihayet herkesi mitralyözle tarayıp öldürdüklerini anlatmıştır. (New York
Times, 25 Kasım 1969.’dan akt. Bilgin, N. (2005). Sosyal Psikolojiye Giriş (V. Baskı).
İzmir: Ege Üniversitesi Yayınevi).
Bir üniversite kampusunun laboratuarında, iki denek bellek konusunda bir deneye
katılmıştır. Deneyin tasarımında dışarıdan gelen denek, öğretmen, araştırmacının asistanı
olan biri de öğrenci rolünü üstlenmiştir. Öğretmen deneğe görevinin, öğrencinin her
hatasında bir elektrik şoku cezası vermek olduğu söylenmiştir. Öğretmenden, öğrencinin her
hatasında bir öncekine göre voltajı arttırması istenmiştir. Deneyin birbirini izleyen
aşamalarında, öğrencinin hataları çoğalırken öğretmenlerin de şoku artırdığı, öğrencilerin
acıdan kıvrandığı, fakat sonuçta dıştan gelen deneklerin yaklaşık 2/3’ünün araştırmacının
isteğine uyarak, öğrenci rolündeki sahte deneklere artan oranlarda şok uyguladığı
görülmüştür (Milgram, 1974’den akt. Bilgin, N. (2005). Sosyal Psikolojiye Giriş (V. Baskı).
İzmir: Ege Üniversitesi Yayınevi).*
İlk iki örnekte kişi davranış veya tutumunu grubun davranış veya tutumuna göre değiştirirse
burada konformite söz konusudur. Burada birey ya kendi görüşlerine uymak ya da topluluğun
görüşlerine uymak gibi bir ikilem içerisine girmiştir. Diğer iki örnekte ise kendilerinden üstte bir
otoriteden gelen emirlere uyarak diğerlerine zarar vermek durumundadırlar. Onlarda ikilem
yaşamaktadır ve çözümü otoritenin emrine uymakta bulmuşlardır. Bu iki örnekte de itaat olgusu ele
alınmıştır.
Konformitede bireye, kendi eşitlerinden veya aynı statüde olanlardan gelen baskıyla, itaatte
ise bir üst otoriteden gelen baskı unsuruyla davranış ve tutumlarına yön verdiği gözlemlenmektedir.
Burada önemli olan iki nokta ise, konformitede topluluk bireyin görüşünü bilmemekte ve
topluluğun görüşü değiştirmeye yönelik bir amacının olmadığı ancak birey grubun görüşünü ve
yaklaşımını bilerek ona uyma yolunu seçtiği görülmektedir. İtaatte ise bu durumun tersine
otoritenin, astın ona itaat etmesi ve görüşlerine onun istekleri doğrultusunda yön vermesi
amaçlanmaktadır.
* Bu bölüm, John M. Levine ve Mark A. Pavelchak: “Confirmite et Obeissance” in Psychlogic Sociale, (ed. S. Moscovici) P.U.F., 1984, Paris’ten uyarlamıştır. (Nuri
Bilgin’in notu)
Konformite
Konformite tanımımız, bir bireyin kendi konumunu grubun doğrultusunda değiştirmesini
vurgulamaktadır. Bu değişme ölçütü önemlidir; çünkü ancak bu sayede, grup etkisi konusunda
sonuçlara varabiliriz.
Bireyin önce gruptan farklı düşünürken sonra kendi düşüncesini değiştirip gruba yaklaşması
durumunda, onun gruptan etkilendiğini düşünebiliriz.
Hele, başlangıçta, bireye benzer kişiler olduğunda ve bunlar grup baskısıyla karşılaşmayıp
kendi görüşlerinde kalırlarsa, grupla karşılaşan ve dönüşüm geçiren bireyin etkilenmiş olması
kesinlik kazanır. Ancak, eğer bir bireyin gruba benzer bir konumda (düşünce ve davranış)
bulunduğunu gözlersek, bu benzerliğin grup etkisinden kaynaklanıp kaynaklanmadığı bilinemez.
Çünkü bu birey, gruptan bağımsız olarak grubun varmış olduğu görüşe varmış olabilir, ne diğerine
benzemek kaygısı vardır, ne de onların ne düşündüğünü bilebilir. Demek ki, konformiteyi, bireyin
gruba doğru yaklaşması temelinden kalkarak tanımlamakla bu olguyu davranış tek biçimliliğinden,
yani grup baskısını algılamaksızın grupla benzer davranış göstermekten ayırt metmiş oluruz.(…).
Dikkat edilmesi gereken bir diğer nokta, konformite olgusunda bireyin yalnızken veya
diğerleri huzurundaki değişimiyle ilgilidir. Kamu veya diğerlerinin önünde uyma durumunda,
davranışta, görünen bir değişiklik söz konusudur. Oysa yalnızken durumunda, bireyin gizil (latent)
bir tutum değişimi söz konusudur. Bu ayrım önemlidir; çünkü grup baskısı ortadan kalktıktan sonra
bireyin nasıl davranacağı buna bağlıdır. Örneğin, diğerleriyle birlikteyken gruba uyan, fakat kendi
içinde, grupla hemfikir olmayan bir bireyi ele alalım. Bu durumdaki birey, grubun düşüncesini
kabul etmemiştir ve gruptan uzaklaşınca, kendi düşüncesinden vazgeçeceği beklenemez. Buna
4
karşılık hem diğerlerinin önünde, hem de tek iken gruba doğru yaklaşan birey, grup baskısı ortadan
kalktığında da yeni görüşünü sürdürecektir. (age s.38,39)
Grup psikolojisi kimi zaman grupça dayatılan fikrin doğruluğu - yanlışlığı
değerlendirilmeden, değerlendirme yapılabilecek nesnel koşullara sahip olunmadan veya eleştiri
yapılabilmesinin geleneksel kurallar nezdinde hata veya günah sayılabildiği koşullarda fikir,
düşünce, yaşam tarzı, sıfatlar ve dogmalar kabul edilmiş olunur. Elbette ki bu durum sosyal
psikolojinin en önemli konularından biridir ve kesinlikle yüzeysel bir değerlendirmenin sonucu
olamaz. Burada belirtilmezse eksik kalacağını düşündüğün diğer bir başlık ise konformiteyi
belirleyen ve toplumsal algıya yön veren etmenlerdir.
Konformiteyi Belirleyen Etmenler
Burada tüm etmenlerden bahsetmek mümkün olmadığından en fazla üzerinde durulan üç
etmenden bahsedeceğiz:
· Grubun baskısına uğrayan bireyin özellikleri
· Baskı kaynağı olan grubun özellikleri
· Birey ile grup arası ilişkilerin özellikleri
a) Bireyin Özellikleri
Konformiteyi etkilemesi olası bireysel özelliklerden iki tanesi, özellikle dikkati çekmiştir;
milliyet ve cinsiyet. Bunların önemli görülmesinde, sosyalleşme olgusunun kadınlar ve erkekler
için, ayrıca farklı kültürlerden insanlar için farklı olacağı sayıltısı vardır. Bireyin grup baskısıyla
karşılaşmadan önce kazanmış olduğu eğilimlerin grup baskısına ne tür tepki göstereceğinde rol
oynayacağı düşünülmüştür.
İlkel toplumlarda grup etkisinin kültürel karşılaştırma açısından incelendiği ilginç bir
araştırmada, Berry(1967), Sierra Leone'da Temneler ve Baffin adalarında Eskimolar üzerinde
çalışmıştır. Temneler, pirinç ziraatı yapmakta ve gıda ürünlerinin biriktirilmesine dayanan bir
ekonomileri bulunmaktadır. Eskimolar ise balıkçılık ve avcılıkla geçinmekte, fakat gıda ürünlerini
biriktirmemektedir. Görsel algı konusunda grup baskısıyla karşılaştıkları deneyde Temneler,
Eskimolardan daha çok uyum göstermişlerdir. Berry, bu sonucu, iki kültürün çocuklarını farklı
şekillerde yetiştirdiklerine, bunu da onların ekonomik hayatına bağlayarak açıklamıştır. Ürünlerin
saklandığı ekonomilerde, çocukların konformist bir yönde yetiştirildiğini, avcılık ve balıkçılık
kültüründe ise bireyselciliğe önem verildiğini vurgulamıştır. (age s.42,43)
Burada milliyet farklılıkları ve farklılıkların bireylerde grup baskılarına ne oranlarda uyum
sağladıklarını göstermektedir. Bu bağlamda dinsel inançların yaşayış şekillerine yönelikte
verilebilecek güncel bir örnek de farklı toplumlardaki dinsel ritüeller ile ilişkilidir. Yaşanılan zaman
dilimi içerisinde genel kabul görmüş olan kimi din ile ilgili gerekler bireylerin milliyetleri ve
yaşadıkları coğrafi koşullara göre de farklılaşmaktadır. Örneğin; aynı dine mensup oldukları halde
bazı toplumlarda ölen kişi yakılmakta, bazılarında toprağa gömülmekte ve bazılarında ise kuşlara ve
ya yabani hayvanlara yem edilmektedirler. Burada belirleyen etmen ise yaşanılan yerin coğrafi
özellikleridir. Toprağı geniş olan bölgelerde ölenler toprağa gömülürken, daha fazla sulak arazide
yaşayanlar ölüleri yakmayı ve küllerini suya atmayı tercih etmektedirler; ormanlarla kaplı bir
bölgede yaşayan bireylerin ise ölülerini ağaçların arasında belirli bir yüksekliğe çıkarıp kuşlara yem
ettikleri gözlenmiştir. Burada inançların kimi farklı etmenlerden kaynaklı şekillendiğini
görmekteyiz.
Üstünde durmak istediğimiz ikinci bireysel özellik cinsiyet özelliğidir. Bu konu yakın
yıllarda ciddi tartışmalara yol açmıştır. Deneğin cinsiyetiyle ilgili ilk konformite araştırmaları,
kadınların erkeklerden daha çok uyma eğiliminde olduğunu (örneğin, Crutchfield, 1995) ortaya
koyarken yakın yıllarda ki araştırmalar, bu sonucu sarsmıştır (örneğin, Cooper, 1979). Fakat
anlaşmazlık yine de sürmektedir. Örneğin cinsiyetler arası konformite farklılığının deneyi yapan
araştırmacının cinsiyetinden etkilenebileceği öne sürülmüştür. Eagly ve Charlie (1981),
araştırmacının erkek olduğu deneylerde kadınların erkeklerden daha çok uyma gösterdiklerini
saptamışlardır. (…)
5
Konformite açısından cinsler arası farklılaşmanın bir diğer açıklaması, deneklere yargıda
bulunması istenilen uyaranlarla ilgilidir (Eagly, 1978; Eagly ve Charlie, 1981). Kadınların daha
konformist göründüğü pek çok araştırmada, kadınların az tanıdığı uyaranlar kullanılmıştır. Çeşitli
gözlemler, insanların, grup baskısına, uyaranlar belirsiz veya zor iken, yani kendilerini daha az
yeterli hissettikleri konularda daha çok boyun eğdiğini göstermektedir (Allen, 1965; Endler,
Wiesenthal, Coward, Edwards ve Geller, 1975). (age s,44)
b) Grubun Özellikleri
Grubun özelliklerinin konformiteye etkisi konusunda, grubun büyüklüğü ve sözbirliği
derecesi üzerinde duracağız. Grubun büyüklüğü, gruptaki kişi sayısıyla ölçülmektedir. Sözbirliği
ise, belirli bir tartışma konusunda (uyaran) üyeler arasındaki anlaşma düzeyini (consensus) ifade
etmektedir. Denekler, sözbirliğine varmamış bir çoğunlukla karşılaştıklarında, pek çok etmen önem
kazanmaktadır. Bu etmenler arasında, sapan kişinin cevabı ile çoğunluğun cevabı arasındaki ilişki,
sapan kişinin deneğin grup tepkisinden endişelenmesini azaltma kapasitesi ve sapan kişinin gerçek
deneğin uyaranı algılamasındaki etkisi gibi etmenler sayılabilir. (...)
Latané ve Wolf (1981), genç öğrencilerin birbiriyle bağlantılı çeşitli sorulara ilişkin görüş
belirttikleri bir araştırma yapmışlardır. Denekler, her soru için 1, 2, 3, 6 ve ya 12 çoğunlukla karşı
karşıya bırakılmışlardır. Sonuçta, konformitenin büyüklüğü arttıkça, konformite de artmaktadır;
fakat grubun büyüklüğünün her artışında, bir öncekine oranla konformite daha küçük bir oranla
artmaktadır. Gerard ve arkadaşlarının (1968) deneylerini yeniden irdeleyen Latané ve Wolf, bu
araştırmada da, aslında, konformitenin grup büyüklüğünün eksponansiyel fonksiyonu olduğunu
göstermişlerdir. (age s, 45)
Yukarıda Nuri Bilgin’den aktardığım deneylerde göstermektedir ki, kişi belirli bir fikri ve
özelliklede hakkında az veriye sahip olduğu fikri grubun yönelimleri doğrultusunda kabl etmekte
veya ret etmektedir. Grubun niceliği ile kabul gören fikir arasında doğru orantı olduğu görülmekte
ve durum toplumumuza, toplumsal algıda özgürlük şemsiyesi altında saklanmaya çalışılan kimi
dogmalara ışık tutmaktadır. Konformite başlığında ele alınması gereken bir diğer önemli etmen ise
birey ile grup arasındaki ilişkinin özellikleridir.
c) Birey – Grup İlişkisinin Özellikleri
Yapılan araştırmalara göre birey – grup ilişkisinin çeşitli yanları, konformite üstünde etkili
olmaktadır. Bu yanlar, ödül açısından birey ve grubun karşılıklı bağımlılık düzeyi, bireyin grup
tarafından çekilme derecesi ve grup tarafından kabul edilme düzeyi, grup içinde bireyin statüsü gibi
özellikleri kapsamaktadır.
Ödül açısından birbirine bağımlı olmanın etkisi konusunda yapılan araştırmalar, grup
üyelerinin ortak bir ödüle yönelik olarak çalışmaları durumunda konformitenin, bireysel ödüllerin
söz konusu olması haline oranla daha yüksek olduğunu göstermektedir (örneğin, Deutsch ve
Gerard, 1995). Bunun nedeni, karşılıklı bağımlı bireylerin grubunda (ortak ödül durumu) bireylerin
sapmalarının, grubun amaçlarına ulaşmasını önleyecek bir engel olarak görülüp cezalarında sert
olacağının düşünülmesi olabilir. Buna karşılık, ödüllerin bireysel olması halinde, yani karşılıklı
bağımlılık yokken, bireyin sapmasının olumsuz sonuçların diğerlerine yansımayacağı düşünülebilir.
Bununla birlikte, bazı kanıtlara göre, ödülün ortak olduğu bazı gruplar, eğer konformitenin ödüle
ulaşma olasılığını azaltacağı bilincine varırlarsa, çok az uyma göstermektedirler (Sakurai, 1975).
(age s.47)
Bir diğer başat etmen ise grubun çekim gücünün konformiteye etkisidir. Birey için grup ne
kadar cazip ve çekiciyse, birey o kadar çok uyma gösterecektir. Bu konuda araştırma yapan Lott ve
Lott (1961) bu kanıya varmıştır. Elbette bu konuyu desteklemeyen araştırma örnekleri de vardır.
Örneğin, 1975 yılında Brehm ve Mann tarafından yapılan araştırmada grubun cazibesinin
konformiteye olan etkisinin yanında, bireyin gruba kabul edilip edilmeme konusunda ki düşüncesi
de dikkate alınmıştır. Bu konuda yapılan araştırma şunu gösteriyor, eğer birey grupta kabul görme
konusunda şüpheli ise ve uyma gösterdiğinde diğerleri tarafından benimsenme şansının artacağına
inanıyorsa çekici bir gruba daha çok uymaktadır (Dittes ve Kelley, 1965, Walker ve Heyns, 1962).
6
Değinmeden geçemeyeceğimiz bir diğer değişken bireyin grup içerisindeki durumudur.
Burada kişinin grup içerisindeki statüsü kişinin konformitesini etkilemektedir. Üst statüde olanlarda
haliyle konformite az görülürken bu oran alt gruplarda hayli fazladır. Grupta üst statüde bulunan
birey sayısı daha az bulunmakta ancak gruba yön veren olmalarından kaynaklı daha çok sayıda
bulunan ancak grupta ki yerleri bakımından alt statüde bulunan bireyler grubun genel yönelimlerine
uymak durumunda ve konformist olmaktadırlar.
Konformite başlığında ele almamız gereken bir diğer konuda, bireyleri grup baskısına boyun
eğmeye götüren motivasyonların neler olduğudur;
· Enformatik etki;
İnsanlar gerçekliğe ilişkin algılarının doğruluğunu değerlendirmek için güçlü motivasyonları
olduğu Leon Festinger (1050, 1954) tarafından savunulmaktadır. Gerçekliğe ilişkin algılarımız
fiziksel kıyas noktalarıyla karşılaştırılarak, bazı inançlarımız test edilebilir. Bunlar bilimsel
doğrulara dayanan test edilebilir ve ağırlıklı olarak disiplinler arası konuları kapsamaktadır. Ancak
kimi inançlarımızda daha objektif değerlendirmelere dayanmaktadır. Örneğin, nükleer santrallerin
kurulmamasını istiyor olmanız konusundaki inancınız ancak bu fikri savunan bir grup ile
pekiştirildiği ölçüde bu fikre olan inancımızın kuvvetlenmesi mümkündür. Bu durum
gerçekleşiyorsa bireyin güveni artmakta, aksi durumda güven azalmaktadır. Çünkü hem fikir olmak,
olmamaktan daha ödüllendirici ve rahatlatıcı bir durumdur. Görüşleri diğerleriyle uyuşmayan birey
bunu değiştirme ihtiyacı duyacaktır, bunu yapmanın bir yolu diğerleri gibi düşünmektir (Allen ve
Wilder, 1977)
Genel olarak birey kendi görüşünden ne kadar eminse, enformasyondan da o kadar az
etkilenmekte, eğer görüşü zayıf ve hakkındaki bilgisi az ise konformite artmaktadır.
Doğrulamanın hemen o anda yapılabilmesi durumu mümkünse konformite etkisi zayıftır
ancak doğrulamanın imkânsız olduğu durumlarda bu etki en üst seviyededir. Örneğin; tanrının
varlığı ilkesel olarak kanıtlanabilen bir durum değildir.
· Normatif etki;
Uyma davranışının ikinci nedeni, grup tarafından ödüllendirilme ve / veya gruptan gelecek
cezalardan kaçınma isteğidir (Deutsch ve Gerard, 1955). Yapılan araştırmalar göstermektedir ki
konsensüs’ten ayrılan bireyler yalnız bırakılma veya olumsuz bir şekilde değerlendirilme beklentisi
içerisine gireceklerdir. Bu durum bireylerde yalnız iken görülmemekte ancak o topluluğun içinde
veya karşısında iken normatif etki açığa çıkmaktadır. Bu korku tümüyle temelsiz değildir, birçok
araştırma gruptan çıkan üyelerin grup üyelerince sevilmediğini göstermektedir.
Nuri Bilgin’in Sosyal Psikolojiye Giriş (Ege Üniversitesi basımevi, 2005) kitabında da
açıkladığı gibi; tıpkı enformasyona ilişkin etkide olduğu gibi, normatif etki de belirli koşullarda
ortaya çıkmaktadır; ödül bakımından bağımlılık, grubun çekicilik düzeyi, bireyin grup tarafından
benimsenme derecesi, bireyin grup içerisindeki statüsü, normatif etkide rol oynayan etmenler
arasında sayılabilir. Ayrıca, normatif etki, deneklerin tepkilerini, yalnız olarak değil, diğerlerinin
önünde ortaya koyduğu durumlarda söz konusudur (örneğin, Deutsch ve Gerard, 1955). Bunun yanı
sıra, deneklerin grubun diğer üyeleriyle gelecekte etkileşime gireceklerini düşünmesi durumunda,
bunun tersi duruma oranla, normatif etki daha güçlüdür (Lewis, Langan ve Hollander, 1972).
Diğerlerinin huzurunda cevap verme durumunda denek, tepkilerinin gözlendiğini bilmektedir. Bu
nedenle normatif etki öne çıkmaktadır. Ayrıca denek, diğerleriyle ilişkisinin devam edeceğini
düşündüğünde cezalandırılacağı kaygısıyla normatif etkiyi hissetmektedir.
İtaat
İtaat genel olarak bir otorite tarafından bireye yönelik onun yapmasını istediği bir konuda
baskı uygulaması anlamına gelmektedir. Burada etkinin kaynağı tarafından etki hedefine yönelik bir
baskı uygulanmakta, kaynak tarafından hedefin bu baskı unsuruyla istenilen davranışın sergilenip
sergilenmediği denetlenmektedir. Sosyal psikologlar konformite konusunu itaat konusundan daha
fazla araştırmışlardır ve dolayısıyla kaynaklarda itaat konusunda daha az veri bulunmaktadır. Bunun
nedeni, itaatin, konformiteden daha az önemli olması değildir elbette. Bazı sosyal psikologlar itaatin
7
etik bir konu olmadığı düşünseler de bu tutum genel kabul görmemiş ancak, itaat konusunda
yapılan araştırmaları etkilediği düşünülmektedir.
Buraya ilginç bir not düşmek istiyorum, “itaat” konusunda internetin herhangi bir arama
motorunda arama yaptığınızda binlerce sonuç bulunmakta ve ilginç olan ise karşınıza çıkan ilk
sayfada ki tüm sonuçların dini içerikli siteler olmasıdır. İtaat, İslam dini içerisinde hatırı sayılır bir
ağırlığı vardır. Elbette ki, tümüyle dogmalara dayanan dinlerin, itaate başka herhangi bir şeyin
ihtiyaç duyabileceğinden daha fazla ihtiyaç duymaktadır.
İtaat konusunda literatüre giren en çarpıcı deney Stanley Milgram'ın 1963 yılında yaptığı
itaat deneyidir. Tarihe Milgram deneyi (Milgram experiment) olarak geçen bu çalışmada, bir gerçek
denek ve birde Milgram'ın öğrencisi sahte denek bulunmaktadır. Milgram komut veren yani
otoriteyi temsilen deneyin bir parçasıdır. Sahte denek öğrenci rolünü üstlenmekte, gerçek denek
öğretmen ve Milgram ise buyruk veren rolündedir. Sahte denek elektriğe bağlı bir sandalyeye
oturtulur ve gerçek deneğe verilen talimat doğrultusunda öğrenci olan sahte deneğe çiftlerden
oluşan sözcükler okunacak ve bunları hatırlaması kendisinden istenecektir. Her yapılan hatada en
düşük 15 volt olmak üzere 450 volta kadar elektrik verilecektir. Deneyde bilinmeyen her soru için
voltaj artarak şok verilecektir. Denekler deneyi bırakmak istediklerinde ise deneye devam etmeleri
konusunda ikna edilecektir. Farklı değişkenlerle bu ana konu üzerinden şimdi burada uzun uzun
anlatmamın gerekli olmadığı birçok denek kullanılmıştır. Ortalama üzerinden konuşmak gerekirse
bu deneylerde %60 oranında itaat ölçülebilmiştir.
Deneyin sonuçlarını yaklaşık 10 yıl sonra 1974 yılında açıklayan Milgram, insanların
otoriteye niçin uyduklarını açıklamaya çalışmıştır. Milgram'ın açıklamasına göre; insanlarda iki
psikolojik durum ayırt edilmektedir. Eğer bir kişi “özerklik” durumunda bulunuyorsa kendini bir
birey gibi düşünür, hareketlerinden kendini sorumlu sayar ve doğru davranışı bulmada kendi
bilincini rehber olarak seçer. Aksine, bir kişi “görevli” durumundaysa, kendini hiyerarşik bir
yapının parçası olarak görü, kendinden üst statüde bulunanların (otoritenin) sorumlu olduğunu
düşünür ve otoritenin emirlerini rehber edinir.
Konformite ve İtaatin Sonuçları
Her iki kavramsal yaklaşımında, nesnel durumların değişkenliği göz önünde bulundurularak
iyi ve kötü yanları olduğu söylenebilir. Konformite birey açısından oldukça esnek ve karmaşık bir
durumdur. Kendinden daha ileri düzeyde akıl ve düşünce yapısına sahip olan bir grubun konformite
uyguladığı birey için bu olumlu bir durumdur. Aynı şekilde olumlu bir düşüncenin bir grup
tarafından onaylanması bizlerinde hiç yabancısı olmadığımız bir durumdur. Genel olarak tüm
toplumun çıkarlarını kapsayan, aklın, bilimin ve gerçek değerlerin savunuculuğunu yapan bir
grubun bireyler üzerindeki etkisi oldukça faydalı olmakla birlikte; ortak kişisel çıkarlar
çerçevesinde bir araya gelmiş, politik düzlemde düşünecek olursak kimlik siyaseti yapan ve
kendinden olmayanı ikincil plana atan, milliyetçi, şoven, dinsel fikirleri politik araç edinmiş
oluşumların fikri konformitesi bireye ve topluma zarar vermektedir. Yapılan çalışmalarda bu
hipotezi doğrular niteliktedir.
Şimdi buradan hareketle Türkiye’de yaşanan konformite’nin tarihsel köklerine değinerek
ülkemizin “özgürlükler” adına nasıl bir süreçten geçtiğini / geçirildiğini irdeleyelim.
Bu bağlamda ele alınması gereken iki temel kavram olan din ve bilimin gerek ansiklopedik
ve gerekse akademik anlamları ile yaşayan anlamlarını açıklayacağız.
Din
Din kavramının farklı tanımları vardır. Mevcut ansiklopedik tanımlardan biri şöyledir:
"Din üyelerine bir bağlılık amacı, bireylerin eylemlerinin kişisel ve sosyal sonuçlarını
yargılayabilecekleri bir davranış kuralları bütünü ve bireylerin gruplarını ve evreni
bağlayabilecekleri (açıklayabilecekleri) bir düşünce çerçevesi veren bir düşünce, his ve eylem
sistemidir.” *
Sözcük olarak dinin tanımı ise, Türk Dil Kurumu'na göre:
8
"Tanrı'ya, doğaüstü güçlere, çeşitli kutsal varlıklara inanmayı ve tapınmayı sistemleştiren toplumsal
bir kurum, diyanet" ve "Bu nitelikteki inançları kurallar, kurumlar, töreler ve semboller biçiminde
toplayan, sağlayan düzen".**
* Religion (b.t.) 28 Haziran 2008, http://www.encyclopedia.com/doc/1E1-religion.html ‘den aktaran http://tr.wikipedia.org/wiki/Din#cite_note-Encyclopedia–0
** Din (b.t.) 28 Haziran 2008, http://www.tdk.gov.tr/TR/SozBul.aspx?F6E10F8892433CFFAAF6AA849816B2EF05A... ‘den aktaran
http://tr.wikipedia.org/wiki/Din#cite_note-Encyclopedia–0
Sözcük anlamı ve ansiklopedik kavramsal izahı aşarak; bir kurum olarak dini tanımlamakta
bazı güçlükler vardır. Bilim adamlarının, dinin temel özelliği olarak kabul ettikleri unsurlara göre
din tanımları da farklılık göstermektedir. Din tanımı birçok farklı bilim dalı ve felsefede farklı
biçimlerde ele alınmıştır.
Bergson’a göre din, zekânın dağınıklığı ve çaresizliği karşısında doğanın koruyucu tepkisi
ve daha da ileride hayatın bütününe bağlanma, hayat hamlesinin en derinidir. (kaynak belirtilmeli)
Edward Sapir’e göre din, günlük yaşantının anlaşılmaz ve tehlikeli ortamı içinde gönül
huzuruna iç huzuruna götürecek bir yolun bulunmasıdır ve çok karmaşık bir yapıya sahiptir, doğa
ve toplumla ilgili olguları açıklamada insanlara yardımcı olur. (kaynak belirtilmeli)
Psikologlara göre din bir üst benlik olayıdır. Bireyi topluluğa bağlayan kişisel yapısının
izdüşümü aracılığıyla belirlediği ikincil kurumlardır. Sosyologlar ise dini toplumla açıklarlar. (kaynak
belirtilmeli)
Sosyoloji dine kutsalın toplum hayatındaki deneyimi olarak bakar. [kaynak belirtilmeli]
Parsons’a göre ise din, kâinatta insanın yeri, insanın diğerleriyle ilişkisi, çevresi ve diğer
insanlarla ilişkilere bağlı olarak arzu edilir olan ve olmayan şeyler hakkında geliştirilen ve
gerçekleştirilen bir anlayıştır. (kaynak belirtilmeli)
Tasavvuf ve din psikologlarına göre din, insan-ı kâmil insan olmaya sevk eden bir
disiplindir. (kaynak belirtilmeli)
İslam Peygamberi Muhammed'e göre "gittiğiniz yoldur". (kaynak belirtilmeli)
Satanist kilisesinin kurucusu Anton Szandor Lavey'e göre İnsan yaşamını etkileyen her türlü
elektriksel alandır.(kaynak belirtilmeli) (3)
Din hakkında daha birçok şey yazılabilir, ancak dinin akademik ve felsefi açıdan
değerlendirilmesi konusunda hem bir düşünür hem de bir eylem adamı olarak 20.yy'a damgasını
vurmuş olan Bertrand Russell’ın Din ile Bilim kitabından alıntı yapalım; “Din toplumsal yaşamın
bir yönüdür ve insan düşüncesinin ilk basamaklarından başlar. (…)
Toplumsal açıdan bakıldığında din, bilimden daha karmaşık bir görüngüdür (phenomenon).
Büyük tarihsel dinlerden her birinin üç yönü vardır. (1) bir kurum, (2) bir öğreti, (3) kişisel töreler.
Bu üç öğenin önemi çağa, ayrı ayrı yerlerde büyük değişiklikler göstermiştir. Eski Yunan, Roma
dinleri, Stoacıların* elinde ahlakçı bir nitelik kazanıncaya değin, kişisel töreler konusunda pek fazla
bir şey söylemiyorlardı; İslam’da din kurumu hükümdarlar yanında önemsiz kalmıştır; modern
Protestanlıkta öğretinin ilkelerini yumuşatma yolunda bir eğilim vardır.
Ama bu üç öğe, önemlerindeki değişimlerle birlikte toplumsal bir görüngü olarak ele alınan,
yalnızca bilim ile çatışmaları üzerinde durulan din için gereklidir. Salt kişisel bir din, bilimin aykırı
sayacağı kesinlemelerden kaçındığı sürece, en bilimsel çağda bile hiçbir zaman yadırganmaz”
(Russell, B. (2005). Bilim ve Din (ikinci baskı). (A.Göktürk, Çev.). İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Orijinal çalışma basım tarihi 1935.).
Russell’ın da kitabında dile getirdiği gibi insanlık tarihi var olduğu günden bu yana din
vardır ve din toplumsal yaşamı şekillendiren bir belirleyiciliğe sahiptir. Peki, gerçekte yaşayan din
nedir? Nasıl tarif etmek gerekir? Tanrı ile açıklamak mümkün müdür? Ya da bir kutsal kitap ile. En
genel geçer açıklaması hiç kuşkusuz inanç olacaktır. İnanmak, sözcük anlamı itibariyle herhangi bir
düşünceye gönülden bağlı olmak anlamına gelmektedir. Yani bir düşünceye, bir kişiye, soyut bir
kavrama gönülden bağlı olma durumudur. Bu bağlılık inanılan şeyin var olup olmama veya ahlaken
doğru olup olmama durumuna bağlıdır. Ancak her halükarda özünde bir “sevgi” – “korku” ilişkisi
9
bulunmaktadır. İnanç; akıl ve mantık yürütme sonucunda varılan bir çıkarsama değil daha çok bir
korku ve umut gibi insani güdüler sonucu ortaya çıkan bir ihtiyaçtır.
Sonuç olarak din hakkında birçok insanın farklı görüşlere sahip olması beklenen bir
durumdur. Farklı düşünce gruplarını etkileyen birçok sosyal, toplumsal, ekonomik ve hatta cinsiyet
ile ilgili nedenler vardır. Feodal toplumların dine ve genel olarak inanca bakışıyla kapitalist
toplumlar arasında bir farklılaşma görülmektedir.
* Stoacılık, kurucusu Kıbrıslı Zenon olan felsefe okulu. Helenistik felsefenin en önemli felsefelerindendir. Zenon okulunu Atina'da Stoa Poikile denilen yerde kurmuştur.
Kelime anlamı olarak Stoa Poikile resimlerle süslenmiş direklerden meydana gelen bir galeri görünümündedir. Okulun bu adla anılmasının sebebi budur. Stoacılar doğaya
uygun yaşamayı felsefi ile olarak benimsemişler ve dünya vatandaşlığını savunmuşlardır. Mutluluk dış koşullara bağlı olmamalıdır önermesini dile getirmişlerdir
Ekonomik gelişkinlik seviyeleri bakımından üst ve alt gelir grubunda ki kişiler arasında dine
ve inanca bakışın farklılaştığı görülmektedir. Buradan hareketle dine ve inanca ihtiyaç gerekçeleri
de farklılaşmaktadır. Oldukça dar gelirli bir aile için din ve inanç dünyada çekilen cefanın,
inancında yer alan diğer dünyada sefa sürmek anlamına gelmekte ve ya varlıklı bir aile için varlığını
ilahi bir gücün şemsiyesi altında korumaya almak, elde edilenlerin kaybının engellenmesi, belki de
sahip olunanlardan yararlanılarak sürdürülecek daha uzun bir yaşam anlamı taşımaktadır. Genel bir
kanı da vicdan rahatlatmaya olan ihtiyaçtır. Bu da kendini farklı şekillerde açığa vurmaktadır,
oruçlu iken kendini daha huzurlu hissetme, dilenen bir kimseye yardım etme, yoksullara elbise
dağıtma vb. yaklaşımlarla birey bir nevi huzur bulmakta ve günahlarından arındığını
düşünmektedir. Hıristiyanlık dininde bu iş, toplumun sosyo-ekonomik durumu da göz önünde
bulundurulduğunda doğrudan kiliselerde günah çıkarma gibi bir çeşit itiraf et ve rahatla şeklinde
vuku bulmaktayken, ülkemizin de içerisine dâhil edebileceği az gelişmiş toplumlarda yaşanan İslam
dininde bu iş, zekât, oruç, nafaka, sadaka ve benzeri şekilleriyle yapılmaktadır.
İnanç nasıl insanları kendine bağlar ve insanda inanma ihtiyacı ortaya çıkar? Bu soruların
cevapları elbette ki yine çok çeşitlidir. Önemli bir izlenim ise korkma ve korunma içgüdüsüdür.
Çünkü tüm inançlarda ortak bir özellik vardır, korkutma. Kişinin inandığı şeye bağlı kalabilmesinin
yolunu, aksi durumlarda yaşayabileceği felaketleri işaret ederek bireyin inancına sadık kalması
sağlanılabilmiştir. Üstelik bu yapılırken sopa hiç de aba altından gösterilmemiş, Demokles’in kılıcı
gibi 21.yy’a kadar insanlığın tepesinde sallanmaktadır. Bir korku cenneti yaratan dinin serüveni, ilk
çağlardan bu yana felaketler ile pekiştirilerek günümüze kadar gelmiştir. Buraya, kişisel bir not
düşmek istiyorum; Marksizm hakkında çocukluk yıllarımda ilk okuduğum kitaplardan biri olan
Yahudi bir gazeteci ve uluslar arası sosyalizm tarihçisi olan Avusturyalı Max Beer’in Yeni
Başlayanlar İçin Marksizm adlı yarı karikatür yarı yazılı kitabında dinin kökeni ile ilgili ilk çağları
tasvir eden bölümünde, karşılarındaki yanardağın patlamasıyla paniğe kapılan serflerin tanrıyı
kızdırdıkları bizzat toprak sahipleri tarafından kendilerine söylenmekte ve kendilerinden tanrıyı
daha fazla öfkelendirmemek adına daha verimli çalışmaları istenmektedir. Toprak sahibi “eğer
toprağı daha iyi ekip biçerseniz tanrımızı kızdırmamış olacaksınız yoksa hepiniz bu ateş topunun
içerisinde yanarsınız” diyordu.
Korku ile inanma güdülenmesi tarihin ilk çağlarından günümüze kadar uzanmaktadır. Diğer
ilahi kitapları bilmem ancak İslam dininin kutsal kitabı olan Kuran'da diğer dünyada cezalandırma
ve ödüllendirme biçimleri ayrıntılı bir şekilde ve hiçbir bölüme ayrılmadığı kadar çok yer ayrılarak
anlatılmıştır. Detaylara burada girmeyeceğim ancak örnek olsun "erkeklerin, kutsal kitabın
buyruklarına uymaları şartıyla onları, cennetin kapısında göğüsleri daha yeni tomurcuklanmış
bakire genç kızların karşılayacağı (nebe suresi 33. ayet) tasvir edilirken aksi durumda dünyada
çekilen acıların en büyüğünden misli misli acının cehennemde kendilerini beklediği ifade edilmekte
ve insanların yüreklerine korku salınarak korkma, korunma ve bunların sonucu olarak iman etme
eğilimi canlı tutulmaktadır. Din ile ilgili buraya eklemeden geçemeyeceğim bir önemli nokta ise;
bireyin tarif edemediği ve mutlak suretle dimağında bir yere oturtma ihtiyacı duyduğu her türlü
olguyu ve ya olayı din / inanç çerçevesinde bilinmeyene ve bilinmesi de mümkün olmayana havale
etmektedir. Örnek olsun; canlı klonlama bugün bilimsel olarak açıklanabilecek bir gelişme iken
10
bundan 100 yıl kadar önce bu ideaya sahip birisi idam edilebilirdir. Dünyanın yuvarlak olduğunu
savunduğu için asılan Galileo dinin ve inanç erkinin egemen olduğu bir dünyada cezalandırıldı.
Galileo olayında iki ana fikir ortaya çıkmaktadır, biri bilinmeyenin ve bilimsel olarak ifade edilme
özgürlüğüne sahip olunmayanın yaratıcıya havale edilmesi, diğeri ise orta çağda egemen güç olan
kiliselerin erkini zayıflatacak, fikirlerini çürütecek her türden fikri akıma karşı vermiş olduğu
amansız savaştır. Elbette ki, bu savaşın karşı tarafında bilim vardır.
Dinin tarihsel sürecinin her bir kesitini, amaçlarını, evrimleşme şekillerini, toplumları nasıl
şekillendirdiğini, dinsel eğitimi ve amacını, dinsel tabuları ve bunların bilim ile aralarındaki
çatışmasını, tarihsel kökenlerini burada uzun uzun anlatmak imkânı yoktur zira bu bildirinin de
konusu dâhilinde değillerdir. Yukarıda da bir miktar değindiğim dinin sosyo-politik ve ekonomik
etkileşimleri ile nasıl kullanıldığını ifade etmeye çalışacağım. Ancak sonraki bölümlerde
anlatacaklarım konusunda bana yardımcı olacağını düşündüğün Bilim ve tarihsel kökenleri ile
günümüze aktarımları konusuna değinmek istiyorum. Bu, aynı zamanda dinin karşısında verilmiş /
verilmekte olan aydınlanmacılığında bayrağıdır.
Bilim
Biliminde birçok anlamının yanında hemen hemen herkesin bildiği klişe gibi görünen ancak
en net ve kısa tarifi; gözlem ve deneye dayanılarak bir olgu hakkında kanıtlanabilir nitellikte
yargıda bulunmaktır. Aksi yine deney ve deneye dayanılarak yapılan gözlem ile ispatlanmadığı
sürece doğruluğu kabul gören önermelerin oluşturduğu büyük bir kütüphanedir bilim. Bu
kütüphaneye insanlık tarihinin başlangıcından günümüze sayısal karşılığı olamayacak kadar çok
kitap konulmuştur. Bazı kitaplar kendinden öncekileri kütüphane rafından yere düşürmüş ve yerine
geçmiş; bazılarıysa kendinden önce yazılmışın üzerine konulmuş ve konu daha belirgin hale
getirilmiştir. Yine Bertrand Russell’ın Din İle Bilim kitabında ise; bilim, gözlem yoluyla, gözleme
dayanan düşünce yoluyla, evrendeki tek tek olguları, bu olguları birbirine bağlayan yasaları
bulmaya, böylece gelecekteki olayların da önceden bilinmelerini sağlamaya çalışmaktır (age s.11).
diye ifade edilmektedir. Bilim aynı zamanda bir puzzledır. Sonu olmayan bir bulmaca ve parçalar
tarih boyunca yerlerine konuldukça dün göremediklerimiz bugün görünür kılınmakta ve
göremediklerimiz hakkındaki mistik atıflarımız tarihe karışmaktadır. Bu beraberinde bilimsel
olmayanın tarihsel süreçteki içi boşluğunu ortaya çıkardığı gibi, mistizmin inşa ettiği kâğıttan
duvarları da birer birer yıkmaktadır. Dini erkleri zayıflatmakta ve bu erkleri toplumların üzerinde
birer baskı mekanizması olarak kullanmaya çalışanlarında varlıklarını sorgulanabilir hale
getirmektedir. Bu bilimin militan tarafıdır ve din üzerine kurulmuş baronlarda rahatsızlık
yaratmakta; dinin sosyo-politik bağlarını ise kuvvetlendirmektedir. Karl Marx 1843 Şubatında
yazdığı Komünist Parti Manifestosunda bu durumu kutsal ittifak olarak açıklamakta ve egemen
sınıfın egemenliğini pekiştirmek adına dinden nasıl yararlandığını açıklamaktadır.
Bilimin bir diğer özelliği ise, sonuca varmak için başvurduğu yol, ortaçağ tanrıbiliminin
başvurduğu yollardan çok daha ayrı olmasıdır. Deneyler genel olarak ilkelerden işe başlamanın
sakıncalı olduğunu göstermiştir, Çünkü hem bu ilkeler gerçekten uzak, hem de bunlara dayanılarak
yürütülen düşünceler yanlış olabilirler. Bilim büyük varsayımlardan değil, gözlemlerle, deneylerle
bulgulanan tek tek olgulardan işe başlar. Böyle olguların birkaçının bir araya gelmesiyle genel bir
kurala varılır, eğer bir kural gerçek ise, söz konusu olgularda bu gerçeğin kanıtlarıdır. Bu kural bir
kesinlik olara ileri sürülmemiş, çıkış noktası olacak bir varsayım diye kabul edilmiştir. Doğruysa,
belli durumlarda daha gözlemlenmemiş belli görüngeler ortaya çıkaracaktır. Bu görüngelerin ortaya
çıkmasıyla varsayım doğrulanacaktır; yoksa o varsayımdan vazgeçip bir yenisini bulmak gerekir.
Varsayıma uygun birçok olgular bulunabilir, ama bu durumda o varsayımın gerçek olabileceği
düşünülse de, gerçeklik kesinleşmiş değildir; böyle olunca varsayım değil, kuram diye olarak
adlandırılır. Her biri doğrudan doğruya olgular üzerine kurulmuş değişik kuramlar, daha genel yeni
bir varsayımın temeli olabilirler, bu varsayım gerçek ise kuramlarda gerçeklenmiş olur; bu
genelleme işlemine sınır konulamaz.
Bilim hiçbir şeyi kesin olarak görmemekte, olayları değerlendirip elde edilen bulguların
yorumlanma aşamasında ise bulguların bir ucu açık bırakılmaktadır. Bunun iki temel nedeni vardır.
11
Birincisi, bilim diyalektiktir ve birikimli olarak ilerlemekte, daha önce varılan olgunun üzerine
eklenmeler yapılabilmesi için ucu açık bırakılmakta; bir diğer nedeni ise eleştiriye, karşıt fikre
açıklığının mümkün olabilmesidir. Aksinin ispatı hep mümkün kılınmıştır.
Bilim ve Dinin Tarihsel Çatışması
Hiç kuşku yok ki bir tarafta su götürmez gerçeklere dayandığı düşünülen, akli bir yere
oturtulamadığı mecrada insan aklının zayıflığı ve yaradan gibi düşünebilmesinin mümkün olmadığı
tezinin türetildiği, insanlık tarihi ile çağdaş olan, toprak sahiplerinden krallara, padişahlardan
firavuna günümüze gelinceye kadar sınıflı toplumlarda tüm siyasal egemen sınıfların varlığıyla
pekişmiş olan din, bilimin varlığından rahatsızlık duymaktadır. Çatışmanın kökeni ilk çağlara kadar
dayansa da biz yaşadığımız çağı betimlemeye çalışacağız.
Din tartışılmaz, eleştirilmez, kimi durumlarda akıl yürütmeyle ulaşılamaz, ne kendi içinde
nede dışarıdan bakıldığında mantıksal bir düzlemde ifade edilemez olagelmiştir. Belki en fazla
yorumlanabilir. Din, salt doğrulardan oluşmaktadır fikri, bilimin tarih sahnesine çıkmasıyla bir son
bulmuştur. Basitten gidelim, dünyanın tepsi gibi düz olduğunu söyleyen dinin karşısında bunun
yuvarlak olabileceği hipotezini koyan Galileo bu kanıya gözlem yoluyla ulaşmıştır. O anda ispat
edememiş ve hayatından olmuş olsa da zamanla ispat edilip ortaçağ Avrupa’sında iktidarı elinde
bulunduran kilisenin varlığı ve meşruiyeti sorgulanır olmuştur. Aynı şekilde kendi coğrafyamızda
da padişahların şeytan icadıdır diye mani oldukları birçok bilimsel, teknolojik gelişim sarayın
varlığını tehlikeye sokmuştur. Çünkü saray hanedanlığı gücünü tanrıdan almakta, halef olduğundan
halkı tarafından adeta tapınılmakta ve daha ötesi hükümdar olan kişi, tanrının yeryüzünde ki silueti
olduğunu düşünmektedir. Ancak din, bilim ile savaşımını inkâr üzerinden yürütemeyeceğini
bildiğinden bilimsel tezlerin de bir kısmını içeren, mistizm sosuna batırılmış olan İlim’i ortaya
çıkarmıştır. Bu sayede yine gözlemlenebilir olgulara dayanan açıklamalar yapılacak ancak sonuç
kısmı yerine tanrıyla bağlantı noktası yakalanmaya çalışılacaktır. Yeri gelmişken günümüzden de
bir örnekle konuyu beslemiş olalım. Ülkemizde yayın yapan çok sayıda din konseptli televizyon
kanallarının birinde hiç kuşkusuz sizlerde karşılaşmışsınızdır; belgesel programında bir hayvanın
üremesini tamamen bilimsel temellere dayanan yabancı metinlerin Türkçe çevirileri ile
anlatılmakta, son bölümünde ise hayvanın tüm bu bilimsel evrelerden geçerek dünyaya gelmesinin
tanrının bir kudreti olduğu tezi ortaya atılmaktadır.
Bertrand Russell’in Din ile Bilim kitabından alıntıladığım tarihsel bir örneğe daha burada
yer vereceğim; din ile bilim arasındaki ilk, kimi yönlerden de en önemli kavga, bugün Güneş
Sistemi adını verdiğimiz düzenin merkezinin güneş mi yoksa yer yuvarlağı mı olduğu konusundaki
gök bilimsel tartışmadır.
Bu konuda geçerlikte olan kuram, Yer'in evrenin merkezinde kımıldamadan durduğunu,
güneşle ayın, öbür gezegen ve durağan yıldız sistemleriyle birlikte yerin çevresinde kendi
yörüngeleri ile birlikte döndüklerini ileri süren Ptolemaios'çu* görüşe dayanıyordu.
Yeni Copernicus’çu** kurama göre hiç de durağan olmayan yeryuvarlağının iki türlü
hareketi vardır; Günde bir kez kendi ekseni çevresinde, yılda bir kez de güneşin çevresinde
dönüyordu.
Copernicus kuramı 16.yyda büyük bir yenilik olarak karşılanmışsa da, gerçekte, gökbilim
alanında çok ileri olan eski Yunan’da daha önce ortaya atılmış bir görüştür. Bu görüş Pythagoras’çı
okula bağlı kimselerce savunulmuş, belki de hiçbir kanıta dayanılmaksızın öncüleri Pythagoras’a
mal edilmiştir. Yeryuvarlağının döndüğünü söyleyen ilk gökbilimcinin, İ.Ö. üçüncü yüzyılda
yaşamış olan Sisam’lı Aristarkhos olduğu kesinlikle bilinmektedir. Aristarkhos birçok yönleriyle
ilgiye değer bir kimseydi Güneş ile ayın yeryuvarlağına olan değişken uzaklıklarını bulmak için
ileri sürdüğü yöntem, gözlem yanlışları yüzünden gerçekten çok uzak sonuçlar vermişse de
kuramsal bakımdan doru bir yöntemdir.
* Klaudyos Batlamyus (Antik Yunanca: Κλαύδιος Πτολεμαίος, Klaudyos Ptolemayos), İskenderiyeli Yunan gökbilimci, matematikçi, coğrafyacı ve astronom. Yaklaşık
olarak MS 85 ve 165 yılları arasında yaşadığı kabul edilir. Geç İskenderiye Dönemi'nde yaşamış (MS II. yüzyılın ilk yarısı) ünlü bilim adamlarındandır. Hayatı hakkında
hemen hemen hiçbir bilgiye sahip değiliz. Müslüman astronomlar 78 yaşına kadar yaşadığını söylerler. Belki Yunan asıllı bir Mısırlı, belki de Mısır asıllı bir Yunanlıdır.
Batlamyus, iki önemli yapıtın yazarıdır: Büyük Bileşim ve Coğrafya. Bu yapıtlar Avrupa'daki orta çağ karanlığını Arapça çevirileri ile aşabilmişlerdir. Latinceye çevirileri
12
ancak 12. yüzyılda yapılmıştır. Batlamyus astronomi, matematik, coğrafya ve optik alanlarına katkılar yapmıştır; ancak en çok astronomi çalışmalarıyla tanınır. Zamanına
kadar ulaşan astronomi bilgisinin sentezini yapmış ve bunları Mathematike Syntaxis (Matematik Sentezi) adlı yapıtında toplamıştır. Bu eser daha sonra Megale Syntaxis
(Büyük Derleme) olarak anılmış ve Arapçaya çevrilirken başına Arapça'daki harf-i tarif takısı olan el getirildiği için, ismi el-mecistî biçimine dönüşmüştür; daha sonra
Arapça'dan Latinceye çevrilirken Almagest olarak adlandırıldığından, bugün Batı dünyasında bu eser Almagest adıyla tanınmaktadır.
** Mikolaj Kopernik (Nicolaus Copernicus), (d.1473 - ö. 1543). Polonyalı astronomi âlimidir.
19 Şubat 1473 yılında Torun'da (Polonya) doğan Kopernik normal tahsilini yaptıktan sonra 1491 yılında Krakov'da ki okula devam ederek matematik ve astronomi
öğrenimini bitirdi. 1494 yılında evine dönen Kopernik, başpiskopos olan amcasının tesiriyle dini eğitim için İtalya'ya gitti. Orada astronom Domenico Noworra (1454–
1504) ile beraber çalıştı. 1497'de memleketine dönüp, kilisede görev aldı fakat bu uzun sürmedi, 1501'de Hukuk fakültesine devam etmekte iken, Tıp fakültesine başlamak
için tekrar İtalya'ya geri döndü. Burada, çalışmalarına devam etti. Kopernik, dünyanın ve diğer gezegenlerin güneş etrafında döndükleri kuralını açıklamıştır. Heliosentrik
(helios=gr. güneş) teori bugün Kopernik teorisi olarak da adlandırılır. Yeni astronominin kurucusu kabul edilen Kopernik, ileri sürdüğü fikirleri ancak ömrünün sonlarında
açıklayabilmiştir. Sebepleri ise kendisinin bunların doğru olduğuna tam emin olmaması ve kendisi papaz olduğu için kiliseden çekinmesi. O zamanki Hıristiyanlık inancına
göre Peygamber İsa güneşe sabit durması için emir vermişti ve güneş de sabit durmaktaydı. Yine genel inanca göre dünya düz tepsi gibiydi. Aksini düşünenler ise
cehennemlikti. O dönemde, Kiliseye karşı çıkan insanlar ateşte yakılmasına mahkûm edilirdi.
Tıpkı Galileo gibi o da dinsizlikle suçlandırılmış, Stoacılardan Kleanthes tarafından ihbar
edilmiş, ancak gericilerin hükümetlere etki yapamadıkları bir çağda yaşamış olmasından dolayı
hiçbir dokunca görmemiştir.
O yıllardan günümüze değişen önemli bir nokta, dincilerin iktidarda ve ya iktidara etki
edebilecekleri bir durumda olmalarıdır. Süreç içerisinde ortak çıkarlar çerçevesinde bir araya
gelinmiş, birbirlerine ihtiyaç duyulduğu oranda da birbirlerini korumuş ve yok olmalarına engel
olunmuş kimi unsurlar Marx’ın dediği gibi kutsal ittifak içerisindedirler. Burada doğal karşıtlık
bilimin tarihsel süreçte edindiği misyon ile oluşturulmuştur. Aydınlanmacılık hareketi bilimin
içerisinde politik bir düzlemde ve dogmanın karşısında vücut bulmuştur.
Burada değineceğimiz ve özellikle vurgulayacağımız başat unsur hiç kuşku yok ki her
türden gericiliğe karşı verilen mücadelenin politik düzlemde bir saflaşmaya neden olmasının
kaçınılmaz olacağıdır. İlkçağlardan, ortaçağlara, oradan günümüze bilim ile dinin çatışması ve buna
bağlı olarak her alanda dogmalara karşı verilen aydınlanmacılık mücadelesi hiç kuşku yok ki en çok
da siyaset ve toplum biliminin konusu olmuştur. Bunu birçok nedene bağlayabiliriz. Öncelikle,
dinin toplumsal bir olgu olması nedeniyle başlı başına sosyolojiyi ilgilendirdiği gibi, ittifaklar
sonucu güçlenmesi, güçlenerek iktidarda ve ya iktidara yakın olması ise sadece bir konu
bağlamında değil bir mücadele başlığı olarak da gericilik, siyaset biliminin ana konularının başında
gelmektedir.
Aydınlanma Çağı’ndan Günümüze
Aydınlanma çağı olarak kodlanan süreç asıl olarak aydınlanma felsefesinin 18.yyda doğup
benimsenmeye başladığı döneme denk gelmektedir. Aydınlanma çağının genel çerçevesi,
aydınlanma felsefesi ile insanın yaşamını yeniden ele aldığı ve düzenlemesinin gündeme geldiği
süreçtir. Bu süreç hem düşüncenin hem de toplumsal yaşamın köklü değişimlere uğrayacağı bir
sürecin fikirsel ve felsefi başlatıcısı olmuştur. 18.yy’ın sonlarına doğru meydana gelen Fransız
Devrimi (1789), ve akabinde gerçekleşen modernleşme süreçleri, düşünsel anlamda etkilerini ve
kaynaklarını aydınlanma felsefesinden alır.
Bu süreçte din veya Tanrı merkezli toplumsal yapının ve düzenlemelerin yerini akıl
merkezli düzenlemeler arayışı almaktadır. Bilinen anlamı itibariyle aydınlanma, ortaçağda hüküm
süren dünya görüşüne karşı bilim temelli yeni bir dünya görüşünün ortaya çıkması ve
temellendirilmesi olarak belirtilir. Bu çağ, yeni bir ideal ile tarih sahnesinde yerini alır; bu ideale
göre, aklın aydınlattığı kesin doğrulara ve bilginin ilerlemesine dayanan entelektüel bir kültür
egemen olmalıdır ve kültür sonsuz bir şekilde ilerlemelidir. Böylece ilerleme ideali, insanın,
geleneğin köleliğinden kurtularak sürekli mutluluk ve özgürlük yolunda gelişeceği düşüncesine
dayandırılır.
13
Aydınlanma felsefesinin kaynağı hiç kuşku yok ki Rönesans felsefesi ve 17.yy felsefesinin
ortaya koyduğu ilkelerdir. Bu çağdan itibaren düşüncenin tarihsel otoritelerden kurtulması, bilgi ve
yaşam hakkında akla ve deneye dayanması söz konusudur. Yine bu çağda aydınlanma felsefesinin
sistemleştirilip temel ilkelere dönüştürülmesi sağlanmış, rasyonalizmin belirginleştiği bu çağda
aydınlanma felsefesinin düşünsel temelleri hazırlanmıştır.
18.yy’da rasyonalizmin ve deneycilik anlamına gelen empirizmin gelişmesi ve güçlenmesi,
bunlardan meydana gelen teorik sorunların bir takım sentezlerle aşılmaya çalışılması söz konusu
olacaktır. Aydınlanma çağı, aklın ışığında felsefenin de yepyeni bir etkileyicilikle ortaya çıkışına,
yaygınlaşmasına, yeni sentezlerle sistematikleştirilmesine etki etmiş ve bu çağa felsefe çağı adı
verilmiştir.
Aydınlanma kelime anlamı itibariyle aklı temel ilke olarak benimseyerek tüm yaşamın ve
düşünüşün buna göre şekillendirilmesine yönelmedir. Bu akımın öncüsü hiç kuşku yok ki Immanuel
Kant’dır. Kant aydınlanmacılığı 18.yy Avrupa'sında ortaya çıkmış ve aydınlanma fikriyle
yaygınlaşmıştır.
Bu çağın ana fikri, akıl yordamıyla doğru bilgiye ulaşılabileceği ve elde edilen bu doğru
bilgi ile yaşamın düzenlenebileceğidir. Bu çağda bilim alanındaki gelişmeler çağın gelişmesine
öncülük eder. Bu çağ bilimsel üretimde de çok yüksek oranda bilgi kaydeder. 15.yy'dan başlayarak
yeni keşifler ve icatlarla birikimli olarak 18.yy'a kadar gelen bilgi çokluğu toplumsal gelişime de
katkı koymaktadır. Bu çağda deney ve gözlem aklın uygulama araçları olarak bilimsel ilkeleri
biçiminde ortaya çıkmış ve doğa bilimlerinde önemli gelişmelere kaynak olmuştur.
Özellikle dinde meydana gelen reform hareketleri, dinsel dogmatik düşüncenin giderek
geriletilmesi ve bunun doğal sonucu olarak egemenlik gücünü kaybetmesi meydana gelmiştir. Bu
süreç reform ve Rönesanslar ile desteklenmiş ve modernite sürecine öncülük etmiştir. Bu dönüşüm
köklü bir fikirsel dönüşüm anlamına gelmektedir.
Bu süreç ile ilgili olarak internet ansiklopedisi vikipedi’de şu paragraf göze çarpmaktadır.
Newton ve Kopernik ile tüm bir evren-dünya kavrayışı değişime uğramış, Descartes ve Kant gibi
isimlerle bu değişen zihniyetin felsefi düşüncesi geliştirilmiştir. Avrupa'daki endüstri devrimleri de
bu sürecin maddi temelini oluşturmaktadır. Yeni ve bambaşka toplumsal ve ekonomik ilişkiler
içerisinde yaşamaya başlayan insanlar, ortaya çıkan yeni düşünce biçimleriyle dünyaya bambaşka
gözlerle bakmaya başlamışlardır. Bunun sonucunda modern yaşamın temelleri atılmıştır. 1789
Fransız ihtilalinin temelinde, Fransız aydınlanmacılığının belirleyici bir etkisi vardır.
Aydınlanma çağı bir başlangıcı ifade etmekte ancak hiçbir zaman biten bir süreç olarak
algılanmamaktadır. Çünkü insanoğlunun inşa etmeyi sürdürdüğü o büyük kütüphane doldurulmaya
devam etmektedir. Bazen yavaşlamakta, bazen kesintiye uğramakta ve ya uğratılmakta olsa da süreç
ileriye doğru akmaktadır. Aydınlanma çağı bir ortak irade beyanı olarak da algılanabilinir. Akıldan
yana olanlar ile dogmalardan beslenenlerin karşılıklı fikir çatışması, beraberindeki gelişmeler ile
devrimler çağının açılması sürecini öncelemiştir. Avrupa’da sanayi devrimleri, Fransa’da krala karşı
verilen mücadele ve 1789 burjuva devrimi sonrasında insanlığın ve emeğin ilk ortak aklı olan Mart
1871’de gerçekleşen Paris Komünü, tüm bu gelişmelerin ışığında meydana gelmiştir. Yine bu çağda
ilk evrim çalışmaları göze çarpmakta ve tanrı erki sorgulanmaya başlanmaktadır. Ortaçağda, yeni
coğrafyaların keşfi ve okyanuslarda ki geçiş yollarının bulunmasıyla artan sömürgeleştirme, sanayi
devimi ve feodal sınıfın yerini yavaş yavaş burjuva sınıfına bırakmasıyla hız kazanmıştır. Gerek
farklı coğrafyaların işgali ve sömürgeleştirilmesi ve gerekse de serfler yerini alan işçilerin ücretli
köleler haline getirilmesi, beraberinde ulusal kurtuluş mücadeleleri ile sınıf hareketlerini de
doğurmuştur. İşçiler ortak çıkarları çerçevesinde bir araya gelmiş olsa da teorik olarak yerine
koyabilecekleri alternatiften bihaber olmalarından kaynaklı mücadelelerini politik düzleme
taşımakta gecikmişlerdir. Bunun yerini kişisel tepkilerin yoğunlaştığı süreçlerde işlerini ellerinden
alan makinelere karşı makine kırıcılar olarak varlık göstermiş bir mücadele hattı örülmüştür.
Sosyalist fikirlerin gelişimi ve reel sosyalizmin formalize edilmesi de yine bu dönemde vuku
bulmuştur. Ayakları tam olarak yere basmayan ve tarihsel olarak kökleri Heraklit’e kadar dayanan
Hegel’in diyalektiğini metafizikten koparıp; yine hocası olan Ludwig Feuerbach'tan edindiği
materyalizm ile çığır açan tarihsel materyalist akımın öncüsü olan Karl Marx ve Friedrich Engels
14
işçilere alternatifi sunmuşlardır. Ancak bu alternatif, Marx’ın dediği gibi zayıf halka olan ve
çelişkilerin yoğun olduğu, erken sanayileşmiş ülkelerde değil, henüz sanayisi bile tam
olgunlaşmamış olan Çar'ın ülkesi Rusya'da meydana gelecektir.
Marksizm’in varlığını açıklamaya burada ihtiyaç duyduğum temel şey, aydınlanmacılık
çağına katmış olduğu değerler ve bu değerlerin Marksistler tarafından günümüze kadar taşınmış
olmasıdır. Elbette ki Marx ve Engels’in teorize ettikleri sav kesif bir haldedir. 1844 El
Yazmaları’nda bu durumu Marx şöyle açıklamaktadır; “ürettiğimiz sav, her çağ ve toplumsal kesitte
farklı şekillerde ele alınacak, her toplum kendi tarihsel süzgecinden geçirmeksizin yaşadığı döneme
uyarlayamayacaktır”. Yani Marksizm, bir konsantre ise her toplumun suyuyla kullanılabilir hale
gelecek ve fakat özünden bir şey kaybetmeyecektir. Bu anlaşılabilir bir durum olmakla birlikte
bazen eser miktarda kullanılan Marksist ideoloji ile sermayeye hizmet edilerek işin tadı
kaçırılmakta, su bazlı garip bir karışım elde edilmektedir.
Marksizm’in Işığında Aydınlanmacılık ve Marksizm’in Suyunu Çıkarmak
Yukarıda da bir miktar bahsettiğim gibi, az biraz sol sosuna batırılmış, Marksizm kokan
ancak fazla sulandırılmış garip ideolojik sapmalar son yıllarda alışılagelmiş bir durumdur. Şimdi
konuyu fazla dağıtmadan toparlayacak olursak; Marksizm aydınlanmacılık çağının ürünüdür ve
fakat temelleri ortaçağın öncelerine dayanmaktadır. Ve sınırları sadece Marx ve Engels tarafından
çizilmemiş, yalnızca temel değerleri ve çerçevesi konusunda hatları belirginleştirilmiş bu tez temel
olarak; emeğin temsilcisi olan işçiler ile sömürünün ve anaparanın temsilcisi olan mülk sahipleri
arasında ki iktidar mücadelesini konu almaktadır. Yaşanan tüm sorunların Marks’ın temel çelişki
olarak adlandırdığı bu durumdan ve bu durum etrafında şekillenen sistemden kaynaklandığı ifade
edilmektedir. Sınıflı toplumlarda, her ülke iktidarının aynı zamanda bir sınıfın iktidarı olduğunu
söyleyen Marks, eşit ve özgür bir dünyanın ancak üreten sınıfın iktidarı alması ve tüm dünyada elde
edilen iktidarlarla komün ütopyasının gerçekleşeceğini savlar.
Bu tez, bir tez olmaktan çıkar ve yıllar sonra ete, kemiğe bürünür ve adını da alır; reel
sosyalizm. Ancak “eşitlik” dediğimiz kavram 1789 Fransız Devriminden sonra ilk kez ve gerçek
anlamı itibariyle “özgürlük” kelimesinin yanına gelmektedir. Gerçek anlamıyla diyorum, çünkü
Marks, eşitlik olmaksızın özgür bir yaşamın mümkün olamayacağını söylemekte ve insanın
özgürleşmeye ilk olarak beynini özgürleştirmekle başlayabileceğini ifade etmektedir. Buradan
hareketle Marks’ın, beynin özgürleşmesi, özgür düşün hareketine de öncülük ettiğini söylemek
abartı olabilir ancak hız verdiği ve özel bir önem atfettiği söylenebilir. Manifestodan başlayarak
dinin, sömüren güçler ile kutsal ittifakına karşı bayrak açan ve süreç içerisinde yegâne mücadele
hattı olan Marksizm, insanlığın oluşumu ve türlerin kökenine de öğretisinde özel bir önem
atfetmiştir. Darwinizm’in her türlü eksiğine karşın geliştirilmesi gerekliliğini düşünmekte,
aydınlanmacılık ve özgür düşünen özgür bireylerin yaratılması adına evrim konusunu
desteklemekteydi.
Darwinizm, 1809 – 1882 yılları arasında yaşamış, İngiliz doğabilimci, Charles Robert
Darwin tarafından, canlı türlerinin doğal seçilim yoluyla bir ya da birkaç ortak atadan evrildiğini
savlamış ve bu teoriyi destekleyen pek çok kanıt sunmuştur. Darwin’in fikirleri biyoloji biliminin
temeli ve birleştirici özelliği olmuştur. Hiç kuşku yok ki, Darwinizm, en çok merak edilen
konulardan biri olan ve bilimin açıklamada zorluk çektiği insanın kökeni konusuna ışık tutmakta ve
yaradılışı savunanlara yüzyıllar boyu sürecek ağır bir hezimet yaşatmaktaydı. Marksizm’in bu konu
üzerinde ki özel ilgisinin temelinde de insanlığın yüreğinde ki ve dimağında ki en büyük duvar olan
tanrı inancının yıkılması, özgür beyinlerin ve bireylerin yaratılmasını mümkün kılmakta; bilime
olan inanç ve bilimin her şeyi belirli bir sistematik içerisinde açıklayabileceği fikri
yaygınlaşmaktaydı.
Hal böyle iken, doğal sürecinde taraflarda netleşmekteydi. 20. ve 21.yylarda
aydınlanmacılık çağından referansla bilimsel gelişmeler devam etmekteydi. Birçok alanda üst
seviyeye çıkan bilimsel üretim farklı alanlarda kullanılmaktaydı. Bilimsel üretimler teknolojik
üretimi öncelemekte, teknolojik gelişmeler ise sanayileşmenin her alanında üretimi arttıran
etmenlerin başında gelmekteydi. Süreç içerisinde emek gücünün ve bireyin üretkenliğinin yerini
15
ağırlıklı olarak alan makineleşme ile bant sistemi seri üretim imkânı sağlamış; üretim fazlası ve
enflasyon, iç ve dış satım, sermaye birikimi, ulusal ve uluslararası ticari konsesyumlar vb.
kavramların genel kapsayıcısı olan kapitalizminde gelişmesine öncülük etmiştir. Ülkeler, yakın
dönemde yenilgilere uğramakta olan feodalite ve monarşiyle hayatlarını sürdüremeyeceklerini,
büyük bir değişim sürecine girilmesinin zorunluluk olduğunu kavramakta geç kalmamıştır. Bu
değişim sürecinin gerisinde kalanların ise yenidünya sisteminde yer bulabilmelerinin hiç de
mümkün olamayacağı gerçeği, krallıkların yerini bir bir çoğul yönetimlere bırakmayı dayatmasıyla
kendini gösteriyordu. Elbette ki bu değişimin zorunlu sonucu olduğu gibi, gelişmekte olan sanayi
ile birlikte, sınıf karakteri kazanan işçilerin vermiş oldukları mücadelelerinde etkisi
yadsınamayacak kadar çok olmuştur. Özellikle de Avrupa’da, 18.yy aydınlanmacılık çağının
gölgesinde sınıf hareketlerinin belirgin bir etki yaratması, sosyal devlet diyetini ödetmeye ve yıllar
boyu kazanılan hakların korunmasını sağlamıştır.
Siyasal alanda çoğulculuk farklı siyasal oluşumların meydana gelmesini sağlamış ve
birbirine benzer partilerin yanı sıra ideoloji partileri de kurulmuştur. Demokrasi, özgürlük gibi
kavramlar sıkça kullanılır olmuştur. Bu kavramların feodal sistemde krallığa karşı burjuvazi
tarafından da kullanıldığından, sonra ki çağlarda da burjuvalar tarafından sahiplenilmiş ancak süreç
içerisinde içleri boşaltılmıştır. Burjuvazi iktidara geldiği andan itibaren kendi sınıfının çıkarlarını
gözetir hale gelmekte, gericiliğin bir başka hali olan piyasa gericiliğine angaje olmaktadır. Bunun
karşısında yine özellikle Avrupa'da aydınlanmacılık çağının ışığında üreten güçler bilinçlenmekte,
siyasal oluşumları ile iktidara yürümektedirler. Bunun en gerçekçi’ örneği 20.yy’ın ilk çeyreğinde
Çarlık Rusya’sında yaşanmakta ve bir ütopya gerçeğe dönüşmektedir. Bu gerçeklik karşısında
kapitalist ülkeler işçilerin isteklerine boyun eğmekte ve yine bu dönemde işçiler tarihin en ileri
kazanımlarını elde etmektedirler. Ancak aydınlanmacılığın ışığında bilinçlenen emekçiler,
karanlığın hükmü olan dinin karşısında da ilerici bir tutum takınmaktayken, dinin ile bireylerin
gerçek yaşamdan ve dünyevi çıkarlardan uzaklaştırabileceğini fark eden egemen güçlerde 20.yy’da
o tarihsel kutsal ittifak modeline geri dönmüşlerdir. Sermaye birikimi ve özel mülkiyetin gelişimi
lokal kaynakların sermayeye yetmemesi, ucuz hammadde ve işgücü ihtiyacı kapitalist ülkeleri az
gelişmiş ülkelere yönlendirmiştir. İlk zamanlar askeri işgallerle varlık sağlamaya çalışan sömürücü
ülkeler, ulusal bağımsızlık mücadelelerinin de fitili ateşlemişlerdir. Bu fitil yüzyıllar öncesinden
ateşlenmiş olsa da, sınıf bilincinin oluşması ve halkın örgütlü mücadelenin sonrasına örgütlü gücün
iktidarına bırakması beraberinde bir dizi tehlikeyi de getirmekteydi. Komünizm tehlikesi.
Komünizmin tehlike olarak görülmesinin hiç kuşku yok ki birçok nedeni vardı. Elbette ki,
bu korkular, komünizmin teorik temeli olan Marksizm’in ve sosyalizmi ayakları üzerine oturtan ve
sınıf partilerine örgütsel bir teorik düzlem geliştiren, "Ne Yapmalı?" sorunun cevaplayıcısı olan
Leninizm'in karakteristik özelliklerinden kaynaklanmaktaydı. "Yüreklere korku salan” bu
özelliklerin başında mülkiyetin ortaklaşması gelmekteydi, iktidarı elinde tutan burjuva sınıfı,
toplumsal mülkiyete ve mülkün ortaklaşmasına doğal olarak karşı durmaktaydı. Komünizmin eşitlik
teorisi, ücretli emek üzerinde büyüyen, kilise hanedanlığından, krallığa, toprak sahiplerinden, saray
localarına kadar tüm dünya zenginliklerini ve toplumsal erki elinde bulunduran aristokrat sınıfının
hoşuna gitmemekte ve eşitliğin karşısında saf tutmaktaydılar. Bilimi referans alan Marksist teorinin
karşısına dikilenlerin başında da din bezirgânları bulunmaktaydı. Toplumu dinsel tabularla esir
edip, sağlıklı düşünme, sorgulama, irdeleme gibi beyni özgürleştiren ve bireyin kurtuluşunun
anahtarı olan özgür bireylerin oluşturduğu örgütlü gücün karşısına, bireyselleşmeyi, kendi
bacağından asılmayı, şükretmeyi ve haksızlıklara isyan etmek yerine, kaderine boyun eğmeyi; tüm
bunların karşılığında ise korunma, kendini güvende ve huzurlu hissetmenin yanı sıra birde mükâfat
olarak cennetin kapısında kendisini karşılayacak körpe bedenleri düşünmeye yönlendirilmekteydi.
Peki, bu neye yarıyordu; tabi ki daha fazla sömürülmeye ve daha rahat yönetilmeye. Çünkü boyun
eğme kültürü; tüm dinlerin ve özellikle de İslam dininin temel öğretilerinden biridir.
Marksizm’in doğrudan yana bayrağı, tüm eğrileri de karşısında saf tutmaya zorunlu
kılmıştır. Daha iyi bir yaşam, daha nitelikli eğitim ve sağlık gibi en insani isteklerin geniş halk
kesimleri tarafından sahiplenilmesi büyük bir tehlike olmakla birlikte, yukarıda bahsi geçen
egemenlerin yaşamlarının sonu anlamına geldiğinden, kutsal ittifak zorunlu kılınmıştır. Bu ittifaka
16
süreç içerisinde birçoğu girip, çıkmış olsa da en etkili olanı sosyal demokratlar olmuştur. Sosyal
demokrasi genel olarak, kapitalizmin yarattığı eşitsizlik ve adaletsizlikleri demokratik sistem
içerisinde kabul edilebilir düzeye indirmeyi amaçlayan ideolojidir diye bilinse de; tarihsel kökleri
itibariyle, 19.yy’ın ikinci yarısından beri emekçi sınıfların yürüttüğü sosyal ve siyasal mücadeleler
ile egemen sınıfların verdikleri ödünler ve sonunda varılan uzlaşmanın ürünüdür. Bu süreçte klasik
liberal demokrasinin temellerini oluşturan değerler sistemi (kapitalizm, demokrasi, çoğulculuk vb)
korunmuş, ama sosyal adalet, sosyal devlet, sosyal haklar gibi yeni değerlerle beslenmiştir. Ancak
kapitalistler tarafından bu ödünler bile isteye verilmemiş, emekçi halkların örgütlü bir şekilde
iktidarı istemelerinin karşısında verilmek zorunda kalınan haklardır. Bunu yaparken kapitalistler
süreç içerisinde ağırlıklı olarak din faktöründen yararlanıp halkların örgütlü mücadelesinin
zayıflamasına, yozlaşma ve ahlaki değerlerin erozyona uğratılarak, emekçi kültürün gerilemesine,
medya araçları ile sınıf atlama hayalleri pompalanmakta, kapitalist dünyanın güzellikler! büyük bir
hevesle paylaşılmaktaydı. Kitleler sınıf mücadelelerinden uzaklaşıp "istedikleri" haklara sahip
olduktan sonra iktidar mücadelesinden uzaklaşılmış ve günümüze gelinceye kadar gerek sınıf
siyasetinden gerekse de tamamen ekonomik belirlenimler üzerinden örgütlenen sendikal
hareketlerinde içi boşaltılmıştır. Sosyal demokrasi üzerine düşen görevi yapması gereken tarih
kesitinde birkaç ülke haricinde başarıyla yerine getirmiştir.
Gelinen süreç de, gerek ülkemizde gerekse de dünyanın diğer kapitalist ülkelerinde sosyal
demokrasi işlevsizleşmiş ve emekçi sınıflar için umut olamayacağı gerçeği ortada durmaktadır. Bu
süreç de, kâfi derecede yozlaşan ve gericileşen emekçi sınıflar, kapitalistler için tehlike olmaktan
çıkmış olsa da, şeytan azapta gerek misali tedbiri elden bırakmamakta ve din olgusu, medya
faktörü, piyasa anarşisi, ırkçılık açıktan desteklenmeye, bunun karşısında sınıf hareketleri baskı ve
kontrol altında tutulmaktadırlar. 21.yy’ın kutsal ittifakına yeni bir oyuncu bilerek veya bilmeyerek
dâhil olmuştur. Sol ama liberalinden…
Marksizm Öldü! Yaşasın Liberal Sol!
Attığım başlıkta ironi yapıyor olsam da, dünün solcuları, Marksistleri tarafından bugün,
sosyalizmin öldüğü ve toplumsal uzlaşı adına patron ve işçinin kol kola girmesini, kapalı
toplumların çağdışı olduğu ve alternatif olarak açık toplumculuğun geliştirilmesini, dine özgürlükler
adına destek vermeyi, Avrupa Birliği'nin emekçiler açısından kurtuluş olabileceği, sınıf siyasetinin
ve örgütlülüğün eski zamanlarda kaldığını bunun karşısında sivil toplumculukla hak arama
mücadelesine! soyunmayı, değişimin kaçınılmaz ve gerekli olduğunu ve bu bağlamda gerici
iktidarların desteklenmeleri gerektiği ve benzeri akla zarar açılımları desteklemekte kimi zamanda
bizzat benzer formüller kendileri tarafından gündeme konulmaktadır.
Aslında işin özünde toplumsal uzlaşı! denilen kapitalistlerin çözümü yatmaktadır. Bu bahsi
geçen formülün özü kapitalizmin değişmez bir gerçek olduğu fikrine dayanmakta ve bu
değişmezliğin bir getirisi olarak da sınıf savaşımının son bulması isteği benimsetilmeye ve
dayatılmaya çalışılmaktadır. Bu teoride, sivil toplumculuğa ağrılıklı olarak önem verilmekte, bunun
açık topluma geçişin yolu olduğu düşünülmektedir. Ülkemizde ki siyasal temelleri 12 Eylül 1980
askeri müdahalesi ile atılmıştır. 1980 öncesi, gerek devletin sahip olduğu ve eser miktarlarda da olsa
fikirsel düzlemde sahip olunan bağımsızlık, kamuculuk, ulusal çıkarlar, sosyal devletçilik gibi
aslında Marksistler için geri talepler, ihtilal ve sonrasında elden ele geçen iktidarlar ile birlikte
tamamen tasfiye edilmiştir. Kırıntılarının günümüz iktidarıyla süpürülmeye çalışıldığı
görülmektedir.
1980 Askeri müdahalesi öncesi ne vardı ülkemizde. Öncelikle söylenmesi gereken oldukça
güçlü ve örgütlü bir sınıf hareketi vardı, bağımsızlığın önemi egemen güçler tarafından
dillendirilmese de, toplumun büyük çoğunluğu tarafından bilinirdi ve sahiplenilirdi, kamuculuk
savunulur, özelleştirmenin adı bile anılmazdı, işçi olmak prestijli bir durumken, özel girişimcilik
bugün olduğu kadar toplumdan destek görmezdi, cümle uzatılabilir. Ülkenin bu hailiyle, tek kutuplu
dünya düzenine angaje olması mümkün olamayacağından ve en önemlisi sol hareketin revize
edilmesi gerekliliği 1980 "Our Boys" darbesini zorunlu kılmıştır. Ancak 1980 sonrasının iyi
17
anlaşılabilmesi için öncesinde ki siyasal düzenlemeler ve dünya konjonktürüne kabaca göz atmak
gerekir.
Öncelikle belirtilmesi gereken, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin içerisinde
bulunduğu durumdur. SSCB, Nikita Kruşçev’den sonra siyasal olarak gerilemeye başlamış, nihayet
Gorbaçov ile çözülmüştür. Çözülen sosyalizm olmasa da soğuk savaş ideologları ve yeşil kuşak
proje elemanları tarafından hızla bu fikir yaygınlaştırılmıştır. Dünya yeni bir evreye artık
girebilecektir. Bunun gereklilikleri geniş bir coğrafyada ve uzun bir çalışmanın sonucu olacaktır. Bu
bağlamda özellikle jeo-politik önemi olan coğrafyalara siyasal müdahaleler arttırılmakta ve istenilen
şekillendirmeler gerek toplumsal düzlemde ve gerekse de siyasal düzlemde yaptırılarak uyumlu
müttefikler, daha uyumlu müttefiklere dönüştürülmektedirler. Ülkemiz için, 1980 öncesinde
bahsedilebilecek bir diğer önemli etmen ise sanırım 24 Ocak kararlarıdır. 1979 yılında dönemim
Başbakanı Süleyman Demirel tarafından Başbakanlık Müsteşarlığı’na getirilen Turgut Özal'ın yeni
bir ekonomik istikrar programı hazırlama göreviyle, kısa sürede hazırladığı programın içeriğine
verilen addır 24 Ocak Kararları. Aslında IMF isteği ile hazırlanmış olan program 24 Ocak 1980’de
kamuoyuna açıklanmıştır. IMF bu değişiklikleri 1980’den önce de istemiş ancak yaptıramamıştır.
Bu program ile birlikte ülke tek taraflı olarak yabancı sermayeye açılmıştır. Programın ana taslağı
şu şekildedir;
· Günlük kur ilanı ile ve TL’ye % 32,7 devalüasyon yapılacak,
· Dış ticaret serbestliği getirilecek, yabancı yatırım teşvik edilecek ve kâr transferleri
kolaylaştırılacak,
· Gübre, enerji ve ulaştırma dışındaki kalemlerden devlet desteği kalkacak,
· Yurtdışı müteahhitlik hizmetleri desteklenmiştir,
· Devletin ekonomideki payı azaltılacak,
· İthalat kademeli olarak libere edilmiş, ihracat; vergi iadesi, düşük faizli kredi, imalatçı
ihracatçılara ithal girdide gümrük muafiyeti, sektörlere göre farklılaşan teşvik sistemi ile
teşvik edilmiştir,
· Tarım ürünleri destek alımları sınırlandırılmıştır.
Maddelere bile bakmak aslında yeterli sanırım, bu programın niye hazırlandığını
anlayabilmek için. Hazırlanan program uygulanmaya başladıktan birkaç sene sonra, programın
sadece toplumun küçük bir kesiminin çıkarlarına hizmet ettiği, geri kalan büyük çoğunluğun bu
kanunlarla ciddi zararlara uğratıldığı görüldü. Fakir olan halk daha da fakirleştiriliyordu. Bu
kararlardan kısa süre gerçekleşen askeri darbe ve sonrasında yaşanılan programın mimari olan
Turgut Özal dönemi ve ulusa sesleniş programlarında televizyondan çıkıp gözümüze giren
“alışırsınız parmağı”.
Elbette ki, alışılabilinmesinin de zemini hazırlandı. Darbe ile birlikte tüm siyasi partiler ve
başta sol, sosyalist partiler, dernekler, sendikalar kapatıldı. Toplumun aydınlanmasının yolunun
sınıfsal ve siyasal örgütlenmeden geçtiğini, sömüren sınıflar Türkiye ölçeğinde, özellikle 1980
öncesinde çok iyi öğrendiklerinden bu yumuşak karnı özenle koruma altına almışlardı.
Alışabilmenin yolu uyuşmak, uyuşabilmenin yolu da dinden, piyasacılaşmaktan ve sınıf siyasetinin
yerini almakta olan veya alması gerektiğine inanılan kimlik siyasetinden geçmekteydi. “Our Boys”
iş başında, 24 Ocaktan devraldıkları piyasacılaşma bayrağını, ilk ve ortaöğretim ile yüksek
öğretim’den başlayarak eğitim ve öğretim müfredatının aşamalı olarak gericileşmesine ve piyasaya
açılmasına varıncaya dek birçok siyasal, toplumsal ve ekonomik dönüşümün burçlarına
dikmişlerdir.
Dönüşüm öncelikle ve doğal olarak siyasal tabanda başladı, anayasa değişikliği hazırlıkları
başladı. Demokrasinin rafa kaldırıldığı bir dönemde demokrasinin simgesi olan anayasa hazırlandı,
sipariş üzerine hazırlatıldı. Hazırlanan anayasada neo-liberal dönüşümlere ön ayak olacak olan en
önemli başlıklardan biri hiç kuşku yok ki, Anayasanın 131. maddesidir. Bu madde 1981 yılında
çıkarılan 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu ile Yüksek Öğretim Kurulu’na (YÖK) bağlanmıştır.
Yükseköğretim Kurulu hakkında ki bu madde ile uygulanması planlanan politikaların üniversiteler
eliyle geliştirilip, ardından üniversitenin tezgâhından geçenler vasıtasıyla da memleketin dört bir
tarafına ekilen piyasacılık tohumları zamanla yeşermeye ve günümüzde de meyveleri boy
18
göstermeye başlamıştır. Bu müdahalenin bir anlamı da bildirinin başlarında anlatmaya çalıştığım,
üniversitenin tarihsel misyonu ve aydınlanmacılık çağındaki önemi yatmaktadır. Kuruluşunda
kiliselere bağlı, 18.yy başları itibariyle kiliselerden koparak aydınlanmacılığın simgesi olagelmiş
üniversitelerden rövanş alınmaktaydı. Kiliselerden bağımsızlaşan kurum yeni bir gerici oluşumun
cenderesine girmekteydi.
Burada görülmesi gereken en temel nokta, dönüşümlerin birbirinden bağımsız olarak ele
alınmaması gerektiğidir. Bir bulmacaya benzetebileceğimiz bu süreç öncesi ve sonrasında
bütünlüklü olarak değerlendirilmesi, gerek tarihsel dinamiklerinden gerekse konjonktüre basan
ayaklarından, iç ve dış bağlantılarından bağımsız yapılan her türlü değerlendirme bir tarafı ile
eksikli olacaktır.
Yukarıda ki paragrafta, bizim taraftan da 12 Eylül ve sahipleri hakkında çok yazılıp
söylendiği ancak, yapılan değerlendirmelerin sığ kaldığı, kimi zaman derinlikli bir hâl
alamamasından da şikâyetçi bir ruh hali barındırmaktadır. İşin özünde, meselenin Milli Güvenlik(?)
Konseyi üyelerinin yargılanmalarına indirgeyen değerlendirmelerin, aslında 12 Eylül’ün ve
Türkiye’ye yönelik biçilmiş olan sürecin giydirilmesinin tarihsel anlamda temsil ettiği değerlere
karşı bütünlüklü karşı duruş gösterilmemesi anlamına geldiğidir. Başta daha fazla piyasacılaşmaya
ve bunun toplumsal dinamiklerinin yerleşik hale getirilmesine karşın ve bu kapsamda
gericileşmeye, 12 Eylül Anayasasına, neo-liberal politikalara karşı verilecek sınıf temelli siyasal
mücadele, aynı zamanda aydınlanmacılığa taraf, gerici bağnazlığına karşı bir duruşu da sembolize
etmektedir. Bundan dolayıdır ki; son 25–30 yılımıza damga vuran gelişmeleri bir bulmacaya
benzetebiliriz. Birinin baş harfi diğerinin üçüncü harfine denk gelmekte ve birbirlerini
tamamlamaktadırlar. Bu nedenle, yaşanılan sürece kimi zaman hayırhah bir tavır takınan sol’un
ateşle imtihanı da başlamıştır demekti.
Sol’un Türbanla İmtihanı
Çokça dinlemişimdir bende, yaşça bizden büyük olan dostlarımızdan 1980 öncesi Türkiye
solunun ihtişamını. Biraz abartı, biraz gerçek ama sonuç olarak karşılığı olan bu somut durum 1980
sonrası kendini eleştirir olmuştur. Darbe öncesi birbirini eleştiren sol, ezber değiştirip kendini
sorgular hale gelmiş ancak bu sorgulama, siyasal olarak sıçrama getirmediği gibi erimeye de neden
olmuştur. Kısacası, Türkiye solunda 12 Eylül anlaşılamamıştır.
Ancak anlaşılan veya öğretilen başka bir şey vardı; artık hiç bir şeyin eskisi gibi
olmayacağıdır. Eski alışkanlıklardan vazgeçilmeli, SSCB’nin çözülüşüyle tarifi mümkün olmayacak
bir hoşlukta “barış” ve uzlaşma ortamı sağlanmalı, kutupsuz bir dünyada toplumsal mutabakat
imzalanmalı, herkes bu sürecin takipçisi olmalı ve amerikan patentli liberal politik hatta vücut bulan
“win-win” (kazan-kazan) modeliyle herkes yolunu bulmalıydı bu süreçte önümüze serilen. Buna
alıştırılmaya çalışılan toplumun bir parçası olan sol içinse kendini eleştirmek için bulunmayacak bir
fırsattı. Eleştiri, solun tarihsel sorumluluklarını yerine getirmemesinin eksikliğinden değil, değişen
dünyanın karşısında geleneksel sol değerlerden hızla arınmak şeklinde vuku bulmuştur. 1980lerin
sonlarına doğru işçilerin yaşam koşullarındaki hak kayıplarından kaynaklı bir hareketlenme olmuş
olsa da, sol adına büyük bir likidasyon yaşanmış en büyük erozyon kuşkusuz sol geleneklerin
sahiplenilmesinde yaşanılmıştır.
Erozyonu somutlamak gerekir diye düşünerek birkaç örnekleme yapacağım. Sanırım ilk akla
gelen, Cuntanın emir eri ve 24 Ocak kararlarının mimarı olan Turgut Özal’ın “seçimle” iktidara
gelişini demokratikleşme süreci olarak kavrayan kimi gurbetçi solcularımızın, bu demokratikleşme
sürecine katkı koymak maksadıyla memlekete gelmeleridir. Özal sürecinin cuntaya karşı
demokratikleşme süreci olarak algılanması gibi eksikli tahlillerin sahipleri, Özal sürecine
yetişemeseler de, son tahlilde günümüzde AKP sürecinde yaşanmakta olan “demokratikleşme”
sürecine olunmaz katkılarda bulunmaktadırlar. Bir diğer örneklemde, eğitimin paralılaşması
karşısında takınılan tavır akla ilk gelenlerdendir. YÖK kanununun, harçlar mevzuatı gereği yazılı
şekliyle “öğrencinin bir dönem boyunca kullandığı kırtasiye masrafına karşılık talep edilen ücret”
olarak ifade edilmiş olsa da, en temel insani hakların başında gelen eğitim hakkının kerte kerte
paralılaştırılacağını sezmek güç olmamıştır. Ancak, amerikan menşeli kampusların oluşturularak
19
öğrencilerin yaşamdan tecrit edilmesi ve harç yönetmeliği ile eğitimin paralılaştırılması süreci bazı
sol çevreler tarafından kabul bulmuş. Gelişmiş ülkelerin gelişim nedenleri olarak eğitim
modellerinin esas alınması gerekliliği yerleşik bir hal almış ve uygulama destek görmüştür. Bu
yolla bir diğer sol değerde aşınmaya yüz tutmuştur.
Eğitim ve Öğretim müfredatlarında ki değişiklikler ile 12 Eylül Kuran kurslarının daha
yoğun ve serbest bir şekilde açılmasına, imam hatiplerin kurulmasına olanak sağlamıştır. Din
temelli eğitim yaygınlaşmış, öyle ki cunta başı Kenan Evren kürsülerden kuran ayetleri ile halka
seslenmekten çekinmemiştir. Bu kurslarda ve okullarda yetişen beyinler tarikat örgütlenmelerinin
örgütsel gücünü oluşturmakta, büyüyen tarikatlar ise devletin zirvesine yön vermekteydiler. Özal,
Demirel, Ecevit gibi siyasilerin seçimlerden önce tarikatlarla görüştükleri bilinen bir gerçek
olagelmiştir. Hatta her siyasinin yakın olduğu bir tarikat-şirket örgütlenmesi vardır. Elbette ki
niceliksel ve parasal gücü elinde bulunduran dini örgütlerin bir takım istekleri de zaman zaman
gündeme getirilmekte ve yapılmaktaydı. Düzenin, aydınlanmacılığın karşısında ki bu yedek gücü
hep beslenmiş, sırası geldiğinde kullanılmıştır. !980’li yılların sonlarından başlayarak Hizbullah
(Allah taraftarı), İBDA-C (İslami Büyük Doğu Akıncılar Cephesi ) gibi İslami siyasal örgütler
palazlanmaya başlamış, bu örgütler o dönemlerde tekrar yükselmekte olan Kürt yoksullarının
kurtuluş mücadelesine karşı kullanılmışlardır. Kürt yoksulların verdiği mücadele iç çekişmelere
evrildiği ve sınıfsal temelden kayarak zamanla emperyalist odakların müdahale aracı olmaya
başlamasıyla birlikte işlevsiz kalan İslami örgütlere de birer birer kısıtlamalar getirilmiştir. O
dönemde en göze batan operasyonların başında Hizbullah’a ait olan İstanbul’un Beykoz ilçesindeki
bir evin basılması, örgütün bazı üst düzey yöneticilerinin öldürülmesi ve akabinde bahçesine
gömülü cesetlerin bulunduğu evlerin ortaya çıkması hafızalarda yer etmiştir.
1997 yılında yapılan Milli Güvenlik Konseyinin ardından 28 Şubat süreci olarak bilinen
dönem yaşanmış, bu süreçte, sivrilen İslami örgütler törpülenmiş, düzen içi dengelerin İslami
örgütler nedeniyle bozulmasına müsaade edilmemiştir. Bir ders niteliğinde bulunan bu restorasyon
süreci sol içerisinde belki de ilk ve oldukça derin bir siyasal çatlak oluşturmuş ve “din” ne zaman
tartışılmış ise bu çatlak büyüyerek yarılmalara neden olmuştur. 28 Şubat ile başlayan süreç yeni bir
süreç olmamakla birlikte devam eden yolun bir köşesi olarak değerlendirilmelidir. Bu süreçte İslami
dinamikler, yeni bir sürecin başlamış olduğu konusunda uyarılmışlar ve bu sürece ayak uydurmaları
kendilerinden istenmiştir. Artık silahlı siyasal mahalle örgütleri olarak değil, ekonomik temelli
şirket, kurum örgütlenmeleri gerekliliği arz edilmiş ve geniş İslami çevrelerde kabul görmüştür.
Fettullah Gülen okulları başta olmak üzere, birçok tarikat, kurum ve şirket devlet
sübvansiyonlarından yararlandırılmış, tarikat liderleri, başbakanlık konutunda sürecin detaylarını
değerlendirmiş ve mutabakat iftar sofrasına oturulmuştur. Burjuva cephesinde hal böyle ilerlerken,
sol kulvarda yine gelişen süreç karşısında kendini eleştirme yolunu seçmiş ancak geleneksel bağlara
sahip çıkanlar bu süreçte ayrışmışlardır. MGK toplantısının ardından özgürlüklerden yana olan sol,
Asker Partisinin yaptığı açıklamaları inanç özgürlüğüne ve inanan insanlara karşı yapılmış
olduğuna hükmetmiş ve bu süreçte başta üniversiteler olmak üzere İslami militan örgütlerle ortak
tavır takınmaya başlanmıştır. Gerek Asker Partisini gerekse de dinci gericiliğe tefe koyarak ortak
siyasal tepki örgütlemeye yönelik yapılan her türden çalışma, özgürlüklerin ve temel hak ve
hürriyetlerin ihlal edildiği gerekçesiyle eleştirilmiş. Geleneksel bağları referans alarak Nato üyesi
TSK ile İslami örgütlerin aynı temel çelişki üzerinden değerlendirildiğinde aynı safta olduğu ve
ikisine birden siyasal olarak karşı durulması gereği özgürlükçü sol’da karşılık bulmadığı gibi, etkisi
günümüze kadar da sürmüştür.
Özgürlük mü, Özgürlükçülük mü?
Buradan temel hak ve özgürlükler başlığına gireceğim. Adından da anlaşılabildiği gibi
oldukça geniş bir çerçeveye sahip bu söylem solun elinde olduğu sürece gerçek anlamını ihtiva
etmektedir. Sözcüklerin içlerinin boşaltılmasına fırsat vermeden kullanılabilmesi için neyin hak
olduğu ve nelerin özgürlükler kapsamına alınabileceği iyi belirlenmelidir. Temel olan haklar; paran
20
olsun yada olmasın karnını doyurma, barınma, giyinme, eğitim ve sağlık olarak
sadeleştirilebilinirler. Bunlar tüm bireylerin sahip olmaları gereken temek haklardır. Hiçbir ayrım
gözetmeksizin bu haklar herkese eşit bir şekilde sunulmalıdır. Bu hakların yanı sıra bireyin
özgürlükler kapsamında ele alınabileceği hakları mevcuttur. Keynesci piyasa teorilerinin özgürlüğü
nasıl algıladığını bir kenara koyarsak, özgürlüğün yaşayan anlamı bireyin hiçbir baskı ve
kısıtlamaya maruz kalmadan tamamen kendi özgür iradesi ve istenci ile düşüncelerine ve
davranışlarına yön vermesi olarak betimlenebilir. Buradan hareketle özgür düşünebilmenin ve buna
bağlı olarak özgür yaşamanın kaynağı tüm etkenlerden bağımsız olmak ve birey olarak toplumda
diğer bireylerle eşit fırsatlara sahip olmak. Bu nesnellik bireyin dışsal bağlantılardan, sığınma,
korunma, itaat etme ve konformist yaklaşımlardan bağımsızlaşarak, üreten, yaşamsal temel
ihtiyaçlarının yanında bedensel, ruhsal ihtiyaçlarını da karşılayabilen, karşılayabilecek imkânlara ve
fırsatlara herkes kadar sahip olan, kendine güvenen, insanlık tarihinin toplam bilimsel birikiminden
yararlanan ve bu birikime katkı koyan bireyin özgür bireyler olduğunu düşünmekteyiz. Elbette ki,
özgürlük kavramının daha birçok şekilde tanımlayabileceğimiz gibi, genelde istediğin gibi yaşamak,
istediğin gibi düşünmek, istediğine inanmak vb tanımlamalarla da çokça karşılaşmışızdır. Ancak
eşit olmayan bireylerin yaşadığı ve özgürlük kavramının içinin tamamen boşaltıldığı bir toplumsal
yaşamda bireylerin isteklerine kimin karar vereceği durumu tartışmalı bir hal almaktadır. Hal böyle
olunca istemek fiili kişiden kişiye değişmekte ve göreceli bir hal almaktadır. Özgürlüğü bu sığ
tartışmalardan çıkarmak tarihsel olarak Marksistlerin görevi olması gerekirken, özgürlük sorunsalı
kapitalist sistem içerisinde anlamlandırılmaya çalışılmaktadır.
Kendilerini solcu liberal/liberal sol olarak tanımlayan bir kesim, Marksist sosyalistleri
insanların bireyselleşme, dolayısıyla bireysel özgürlük taleplerini es geçmiş olmakla/geçmekle
eleştiriliyor. Bu saptama doğru mudur, bir bakmak da yarar var.
Bireysellik, bilindiği gibi ana hatlarıyla bireyin onuruna saygıyı, bireyin bağımsızlığını ve
bireyin özgürlüğünü amaçlar.
Bu doğru bir tanımsa o halde bireyselliğe ilişkin talepler salt hukuk içinde mi
değerlendirilmelidir? Eğer öyleyse, örneğin, 14 Nisan 1912 günü New York Proctor’s Theatre’da
gerçekleşen bir tartışmada Amerikalı sosyalist lider Daniel De Leon’un New York Başsavcısı
Thomas F. Caomody’ye söylediği şu cümlene anlama gelmektedir: “Biz, kapitalizmi bireyselliği
yıkmakla suçluyoruz!”
De Leon’un suçlaması kaynağını Aydınlanmacılığın en önemli düşünürlerinden olan,
özgürlüğü her şeyin üzerinde gören ve bunu her hukuk sisteminin hedefi olarak değerlendiren Jean
Jacque Rousseau’dan almaktadır. Rousseau, “Toplum Sözleşmesi”nde eşitliği özgürlüğün yanına
koyar ve “Özgürlük onsuz var olamaz!”der.
Rousseau’ya göre büyük ekonomik eşitsizlikler özgürlükle bağdaşmaz. Eşitlik ekonomik
bağımlılığa yol açar ve toplumda var olduğu sürece insan yaşayabilmek için kendisini başkalarına
satmak zorunda kalır. Varsıl yoksulu kendi çıkarı doğrultusunda sömürür, özgürlük yoksul için artık
söz konusu değildir. Özetle insanın bağımlılığına, sömürüsüne dayanan ve onun özgürlüğünü yok
eden eşitsizlikçi toplum, içinde güçlü, uzlaşmaz çelişkiler barındırır.
Kapitalizmin, mülksüzü dışlayan, özgürlüğünü elinden alan, onu bir sömürü nesnesi olarak
gören niteliği 200 yıl önce ne idiyse bugün de olur, hiç değişmemiştir. Siyasal liberalizm, salt
burjuvazinin sömürdüğü sınıflar üzerindeki egemenliğinin/sömürü özgürlüğünün sınırlarını
genişletmek amacıyla ortaya çıkmış bir ideolojidir.
Örneğin, liberalizmin önde gelen düşünürlerinden John Stuart Mill, “Özgürlük Üzerine”
başlıklı makalesinde bireyin sınırsız düşünme ve tartışma özgürlüğünü, toplumda çoğulculuğu
savunur; bugün “mahalle baskısı” olarak tanımlayabileceğimiz “uyum baskısı”na, “kitle ve
kamuoyu tiranlığı”na karşı çıkar, salt bu noktayla sınırlı olmak üzere “devlet müdahalesi”ne cevaz
verir. Mill’in bu yaklaşımı esas olarak egemen sınıfların özgürlüğünü korur niteliktedir.
Sınıflı toplumlarda, birey hak ve özgürlüklerinin sınırını, ezen sınıf ile ezilen sınıf arasındaki
farkın boyutları belirler.
21
Ezen sınıflarla ezilen sınıflar arasındaki farkı ortadan kaldırmayı hedefleyen Marksizm ise,
emekçi sınıflar adına liberalizme verilmiş bir yanıt ve toplumun geneline sunulmuş bir özgürleşme
seçeneğidir.
Tarihsel gelişim içinde liberalizmle Marksizm birbirlerini kaçınılmaz olarak etkilemiştir.
Bugün “Sosyal Liberalizm” ya da “Demokratik Sosyalizm” gibi kavramlardan söz ediliyorsa bu,
sözü edilen karşılıklı etkileşimin sonucudur. Ne var ki sosyal etkilenme, kapitalizmin temel niteliği
olan emeğin sömürülmesi gerçeğini değiştirmediği gibi liberal etkilenme de sosyalizmin emekten
yana temel niteliğini ortadan kaldırmaz.
Ülkemizde son dönemde ortaya çıkan ve AKP iktidarına yakın medyada köşe başlarını tutan
bir grup “liberal”, bir yandan “hâlâ sosyalistiz!” diyerek, bir yandan da “özgürlük” ve “demokrasi”
kavramlarını topyekûn burjuvaziye mal ederek, katı dogmatik bir dille sosyalistlere saldırıyor. Ne
var ki bu tür saldırılar sosyalistleri etkilemiyor, etkileyemeyecektir. Çünkü onlar 21.yy demokrasi,
özgürlük, insan hakları yüzyılı olacağını, bununda güvencesinin kendileri olduğunu biliyorlar.*
Kitlelerin sınıf siyasetinden uzaklaşmasını, en zengininden en yoksuluna kadar ortak payda
olan türbanda buluşulması bir kimlik siyasetidir. Türban özelinde din ise bu kimlik siyasetinin
çatısını oluşturmaktadır. Günümüzde türban takanların tamamının dinsel örgütlenmelerle bağını
kurmaya çalışmak zorlayıcı olacaktır. Dinci örgütlerin en küçüğünden başlayarak taşralara ve
varoşlara kadar uzanan oldukça ciddi boyutlarda ki örgütlenmesini unutmadan söylemek gerekir ki
ülkemizde türbanı inanç haricinde her hangi bir neden duymaksızın takanlarda vardır. Örneğin,
sürekli takım elbisenizin içerisine kırmızı kravat takıyorsanız ve kırmızı kravat siyasal bir simge
olmaya başlamışsa ister istemez sizde bu örgütün bir parçası olarak algılanmaya başlarsınız.
Ülkemizde bu durumda olan bireyler, aslında birey olamamış kişiler gerek sosyalleşmek, gerek
korunmak ve bir yapının parçası olmaya güdülü aidiyet duygusuna olan ihtiyacı hele ki bizim gibi
ataerkil doğu toplumlarında kadınların yaşadığı temel sorunların başında gelir. Bu olgu toplumsal
yaşamın da dışına çıkarak siyasal platformda kullanılmaya başlanmışsa mikro ölçekte mahallenizde
yaşadığınız aidiyet güdüsü kendini politik düzlemde de göstermeye başlamaktadır. Kimlik siyaseti
böyle gelişmekte ve geliştikçe de sınıflar arasında ki uzlaşmaz iktidar mücadelesinin üzeri
örtülmeye çalışılmaktadır.
* Kavukçuoğlu, D. (30.07.2008). Bireyin Özgürleşmesi Sosyalizmin Sorunudur. Cumhuriyet. Sayfa 17.
Eğer bir yerde herhangi bir olgu sınıf mücadelelerinin gölgeliyorsa geniş kesimlerce destek
görmekte gerek yandaş olanlarla ve gerekse de karşı olanlar yapay bir payda da birbirlerine karşı
cepheleşmekte ancak bu durum kapitalizmin yaşamını idame ettirmeye yaramaktadır. Kimlik
siyaseti çeşitlendikçe farklı varyasyonlar ortaya çıkmaktadır. Bir zamanlar ulusal talepleri ile
emekçilerin haklarını örtüştüren Kürt hareketi süreç içerisinde din kardeşliğine dayanan bir Kürt
hareketi haline gelmekte ve ya alevi yurttaşlar yüzyıllar boyu simge oldukları aydınlanmacılık
ateşini diyanet içerisinde yer istemekle söndürmektedirler. Beri tarafta kendine sol diyen ama
referans olarak Avrupa solunu esas alan “özgürlükçü” ve “liberal sol” tüm bunları temel hak ve
özgürlükler potasında eritmekte ve karşısında saf tutanları sosyalist olmamakla suçlayacaklardır.
Kimlik siyaseti kapitalizmin ekmeğine yağ sürerken, adının başında sosyalist yazan parti üyeleri ile
siyasal İslam’ın kara çarşaflı ve sarıklı militanları Beyazıt Meydanı’nda ortak eylem yapmakta,
uluslar arası ün yapmış Boğaziçi Üniversitesi önünde “sol”cu öğrenciler başlarına türban takıp
türbanlı arkadaşlarına destek olmakta beis görmemektedirler. Alanlarda bunlar yaşanırken dergileri
ve gazeteleriyle “sol”cu yazarlar türbana destek olmakta ve “özgürlükçülük” oyununa figüran
yapılmaktadırlar.
Bu “özgürlükçülük” oyunu sadece türban ile sınırlı olmamaktadır. Daha birkaç sene
öncesine kadar AKP’nin AB müzakerelerine başlama çabasını, Dışişleri Bakanı Ali Babacan’ın
geleceği uçağı havaalanında şampanyalar eşliğinde bekleyenlerden, derin devlet çökertiliyor diye ne
olduğu meçhul, garip bir deli saçması olan “Ergenekon” soruşturmasına sadece alkışları ile değil
somut olarak da destek olan, 12 Eylül Anayasasını aratmayacak boyutlarda gerici, piyasacı ve
22
faşizan olan AKP anayasasına sivil anayasa atıflarında bulunan ve daha fazla uzatmanın yararını
görmediğin bir dizi eylemin uygulayıcısı liberal sol, tüm bunları da Türkiye’de ki özgürlüklerin
zeminini genişletmek adına yaptığını söylemektedir. Genişletilmeye çalışılanın özgürlük zemini
olmadığını, özgürlüğün ise böyle bir şey olmadığını ve özgür bir toplum yaratılacaksa bunun
kapitalistlerin eliyle yapılmayacağını daha nasıl ifade etmek gerekiyor.
Özgürlük atfedilen Türban, kadını toplumda saklanması ve diğer erkeklere karşı korunması
gerektiğini baskın bir şekilde ortaya koymaktadır. Din otoritelerinin yaptıkları açıklamalarda ise bu
durum kendini baskın bir şekilde göstermektedir. Öyle ki kadını, hepimizin çocukluğundan
hatırlayacağı lolipop şekerine ve erkekleri de üzerinde ki ambalajı çıkarılmış şekere konmaya
çalışan sineklere benzetmeye varıncaya dek ileri gitmişlerdir. Aklı ve düşünme gücü olan kadın
sadece yalanarak tüketilen ve şekeri ile yiyen kişiye hoşnutluk veren bir çubuk çekere, erkekleri ise
sinek hayvanına benzeten aklın sağlığında ciddi sorunlar var demektir. Çocukluk yaştan itibaren
cinsel kimlik kazanmasına izin verilmeyen bireylerin yaşadığı toplumlarda en fazla tecavüz, ensest
ilişki ve çocuk seviciliği kayıtlara düşmekte ve bu veriler bizi dinin afyonladığı toplumların
kriminal olarak da sorunlu olduklarını göstermektedir.
Sol tandanslı Birikim dergisinin Mart 2008 tarihli 227. sayısının kapağında iki resim yer
almaktaydı. Birincisinde 1957 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nde Arkansas eyaletinde zenci
öğrencilerin üniversitelere alınmaya başlanması üzerine elinde kitapları ile önde yürümekte olan
genç bir zenci kız öğrencinin arkasında toplanmış ve bağrışan bir grup beyaz öğrencinin fotoğrafı;
hemen altında ise 2008 yılı İstanbul’un da çekilmiş, üniversite olduğunu tahmin ettiğim bir yerde
türbanlı bir bayanın arkasında toplanmış ve kendisini taciz eden bir grup yer almaktadır. Derginin
kapağında yer alan konu başlığı ise solun, sol olmaktan çıktığını belgeler niteliktedir: “Söz Konusu
Özgürlükse Ön Koşulu Olmaz”. Derginin içeriğine uzun uzun girmenin anlamsız olacağını
düşünüyorum, özü itibariyle biz sosyalistiz ve özgürlüklerden yanayız, türban özgürlüktür ve
desteklenmelidir. Ayrıca Türkiye’nin resmi ideolojisine karşı türban takanların verdiği mücadele
değişim yönünde bir mücadeledir, bir de bu nedenle desteklenmesi gerekmektedir. Burada
karşımıza çıkan bir sorunsal var; özgürlüğün sınırı nedir ve nasıl çizilmelidir?
Bu sorunsalı daha incelikli bir şekilde ele alabiliriz;
Eğitim Sen Diyarbakır Şube Başkanı, cemaatlerin açtığı okuma salonları ile ilgili olarak,
"Bu salonlara yaşları 9–13 arasında değişen çoğunlukla da kız öğrenciler gidiyor. Yaklaşık bir ay
okuma salonlarına gittikten sonra çocukların yüzde 80'i başlarını örtmeye başlıyor" diyor (Evrensel,
22 Ocak 2008). Türbanlaşmanın yalnız cemaatlerin etkinlikleriyle ya da Diyarbakır'la sınırlı
olmadığını herkes biliyor. MEB'in denetiminde olan kurumlarda da var. Zaten Din Kültürü ve
Ahlak Bilgisi dersi de, pek çok yerde namaz ve türban dersine dönüştü. Başı açık kızlara, üniversite
kapısında ve başı açık olanların çoğunlukta olduğu yörelerde türbanla dolaşmaları karşılığında
yüklü paralar verildiği de biliniyor. Türbanlaşanlar çoğaldıkça, inanca göre yaşama isteği de artıyor.
Türbanla ilgili gelişmeler ister istemez bazı soruları akla getiriyor. İnançlara göre yaşamak
isteği bir hak mıdır? Birilerine inancı gereği bir hak verilirse, başkalarının inançlarına dayalı
istekleri olunca ne yapacağız? İsteyen, kızını ya da kız kardeşini 10–14 yaşlarında evlendirebilir
mi? Ailelerin bunu yapmak ya da istemek hakları var mı? Türbanlı kızımız ya da bir başka kadın,
"İnancım gereği kadınların şahitliği erkeğin şahitliğine denk değildir" dese, ilgili yasayı değiştirmek
zorunda mı kalacağız? Bir de erkekler ayaklanıp, inancım gereği, "Medeni nikâh istemiyorum;
halim vaktim yerinde 4 eş almak istiyorum; bana iki birim miras, kız kardeşime ise bir birim miras
kalmalı" dese, ilgili yasaları mı değiştireceğiz? Ya da hukuk yerine "Şeriat istiyoruz" diyenler için
şeriat mı geri gelecek? İnançlılar için şeriat, diğerleri için de çağdaş hukuk mu geçerli olacak?
İnançlara göre sürdürülecek toplumsal yaşam neye dönecek?
Bu konularda bayağı ahkâm kesen bir liberalin dile getirdiği "... İnanç, dinin ne söylediği
değil, dindarların dinden ne anladığıdır ve insanların bir bölümü kadınların başlarını kapatmalarını
‘dinin gereği' olarak sunuyorlarsa, bu onların inançları nedeniyledir. ... Dahası hiçbir kadının kutsal
kitabı hiç okumadan da Müslümanlığa ilişkin bir kanaati olabilir" (Zaman, 21 Aralık 2007, s.22)
görüşü geçerliyse bu tür inançlar/kanaatler de toplumsal yaşama yansıtılabilir mi? Diyanet İşleri
Başkanlığı'nın (DİB) kitaplarında Yehova Şahitleri, Babilik ve Bahailik gibi kimi inançlar, neden
23
sapkın inanç olarak (Gurbetçinin El Kitabı, 1984, s.19–32) niteleniyor? Laik bir ülkede inançlar ne
zaman sapkın oluyor, bir inancın sapkınlığına kim karar verebiliyor?
Toplu taşıma araçlarında, nineleri yaşındaki başı açık kadınlara yer vermeyenler, gencecik
bir türbanlı araca bindiğinde birden yerlerinden fırlıyorlar. Dindarlaştıklarını sananların gözünde
yaşlı insanların değeri mi azalıyor? İnsan olma değeri, kişi Müslüman olunca (!) ya da kimilerinin
istediği gibi örtünüp Müslümanlığını kanıtlayınca (!) mı artıyor? Türban genelde, yüzünü, kaşını,
gözünü, burnunu, ağzını, yanağını değil de bir saç telini göstermenin günah olduğuna inananların
örtüsü. Türbana izin vermek demek, saç teli göstermenin günah olduğunun ve türban
kullanmayanların günahkârlığının tescil edilmesi anlamına da gelmeyecek mi?
Peki, inancı gereği kişiye türbanla üniversiteye gitme hakkı verilirse, ortaöğretimde de,
ilköğretimde de, okulda da türban kullanmak ve de hatta kamusal alanda türbanla çalışmak bir hak
olmayacak mı? Türbana hak verilirse, çarşafla üniversiteye geleceklere, burka kullanacaklara,
şalvar, sarık, takke, fes ya da bir başka giysiyi (inancı gereği) kullanmak isteyene ne denecek?
Neden MEB Kur'an kurslarını denetlemekten fellik fellik kaçıyor ve denetimi DİB'e
bırakıyor? Neden DİB'nin açtığı Kur'an kurslarıyla yetinilmiyor ve binlerce kaçak Kur'an kursu
açılıyor? Bu kaçak kurslarda ve DİB kurslarında neler öğretiliyor? Bir devlet kurumu olan DİB,
neden tüm yurttaşları kucaklayacak yorumlar ve açıklamalar yapmıyor da, örneğin "Taşıyıcı annelik
dinen uygun değildir" diyerek toplumun önemli bir bölümünü dışlıyor? Bu tür inanca dayalı
yorumlar ve istekler toplumda ayrışmaya yol açmıyor mu?
"Kur'an'da saçın örtülmesini emreden bir ifade yoktur; İslam'da en son yorumlar 11. yüzyıla
ait yorumlardır. 11. yüzyıldan sonra aydınlanma devrimi, sanayi devrimi, uluslaşma süreci ve son
yıllarda da bilgi devrimi yaşanmaktadır, dinde de çağdaş yorumların yapılması gerekir. Ilımlı İslam,
ABD'ye teslim olmak anlamına gelmektedir". Bu ve benzeri düşünceleri ileri süren ilahiyatçıların
hiçbirine DİB kadrolarında neden bir yer verilmiyor?
MEB, ANAP'la başlayarak ve AKP zamanında artan bir hızla neden imam hatip ya da
ilahiyat çıkışlıları üst görevlere getirmek için özen gösteriyor? 700–800 bin öğretmen içinde, imam
hatipli/ilahiyatçı dışında bu görevleri hak edenler mi yok? Neden AKP her yerde çocukların Kur'an
kurslarına ve imam hatip okullarına gitmesi için propaganda yapıyor? AKP'nin üst düzey kadroları
ve eğitim bakanlığı ile cemaatler neden kızlarımızın türbanlaşması için canla başla çalışıyorlar?
Türban kullanımını neden anaokuluna kadar indirmek ve toplumsal yaşama da yansıtmak istiyorlar?
Tüm bu gayretler, gençlerimizin, laik, demokratik ve sosyal hukuk devleti olan Türkiye'nin bilimsel
çağdaş değerler kazanmış yurttaşlarını yetiştirmek için mi?
Ya da soruları şöyle sorabiliriz: Türbanlaşma neyi temsil ediyor? Türbanlı sayısı çoğaldıkça,
ülke daha demokrat mı oluyor, çağdaş mı, bağımsızlıktan yana mı, insan haklarından yana mı,
barıştan yana mı? Türbanlaştıkça, töre cinayetleri mi azalıyor, anamalcı sömürüye mi karşı
çıkılıyor? KİT'lere mi sahip çıkılıyor madenlere mi? Türbanlaşanlar daha çok mu özgürleşiyor?
Türbanlaştıkça, denize mayoyla giren kadınlara, başı açıklara, Sünni Hanefi ve/ ya da Müslüman
olmayanlara daha hoşgörülü mü oluyoruz?
Tüm bu gerçekleri bile bile kimi liberaller nasıl oluyor da, "Hemen aklınıza başörtülü
kadınların baskı nedeniyle başlarını kapattıkları, özgürlüklerini yitirdikleri türünden cahilane
söylemler gelebilir... Bizim bunlarla işimiz yok" (Zaman, 21 Aralık 2007, s.22) diyebiliyor? Haydi,
anladık, dincilerimiz kadınlarımızı türbanlı, çarşaflı, burkalı, ... erkeklerimizi de sarıklı, cüppeli,
takkeli, ... görmekten mutluluk duyuyorlar. Peki, bu liberallere ne oluyor?
Bilindiği gibi İslam'da, Müslümanların inancına aykırı bir durumu yaşamanın günahı varsa,
bu günah o durumu yaratanlara aittir. Siyasallaşmayan-dincileşmeyen Müslüman çoğunluk,
inançlarını iç dünyalarında ve özel yaşamlarında sürdürerek, var olan hukuk sistemi içinde yaşıyor
ve gerektiğinde hukuk sisteminde beğenmedikleri yönleri demokratik süreçler içinde değiştirmeye
çalışıyor. İslam'daki bu teamülü bilerek göz ardı edenler ise laik sistemi hedef alıyor. AKP'nin
Avrupa Birliği üyesi olmak için yırtındığı(!), AB ülkelerinin türbanı yasaklamaya başladığı ve
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin açılan davaları temelde, "Avrupa hukuku cemaat hukuku
değildir" diyerek reddettiği yıllarda dinci İslam hedef büyültüyor. Bu süreçte türban,
yükseköğretimin sınırlarını aştığı gibi insan hakları boyutunu da aşan bir hale getiriliyor.
24
Birbirimizi aldatmayalım, sorun türban sorunu değildir. Sorun, bu tür istek ve dayatmalarla, İslam
üzerinden laik, demokratik ve sosyal hukuk devleti olan Cumhuriyetin yıpratılarak anamalcı küresel
sömürünün işini kolaylaştırma sorunudur.*
Ve Diğerleri
Diğerleri kelimesi beni hep irite etmiştir. Hele aynı kulvarda olan ve ya olması gerektiğine
inandığın iki unsur içinden birisine diğerleri demek ne derece doğrudur, tartışılır. Burada
diğerlerini, diğerleri olarak ayıran temel etmen sol’un evrensel değerlerini temsil etme özelliğinden
kaynaklanmaktadır. Sübjektif gibi görünse de Marksist ideolojinin ve sol’a mal olmuş değerlerin
temsil hakkı hem kimseye ait değildir ve hem de bana kalırsa ölçülebilir. Sol her şeyden önce, aklın,
vicdanın ve ruhun kapitalizm ve emperyalizm tarafından teslim alınamaması durumudur. Sıklıkla
takip ettiğim haber portalı ve günlük internet gazetesi soL’un web sayfasında yer alan ilkelerimiz
bölümü, aslında hem güncel olarak sol’un temsil ettiği değerlerin hem de sadeleştirme kriterlerini
içerisinde barındırmaktadır;
İlkelerimiz
Sol, solun evrensel değerlerine sahip çıkar.
Sol, eşitlikçidir.
Sol, emekten yanadır.
Sol, anti-emperyalisttir.
Sol, yurtseverdir.
Sol, şovenizme ve faşizme karşıdır.
Sol, bütün ülkelerin işçilerinin birliğinden yanadır.
Sol, her tür sömürü ve ayrımcılığa karşıdır.
Okçabol, R. (1 Şubat 2008). Türban II. 3 Şubat 2008, http://www.sol.org.tr
Sol, aydınlanmacıdır. soL işbirlikçilerden, liberallerden, gericilerden, şovenistlerden
hoşlanmadığını gizlemez. Sol Küba, Venezuela, Bolivya ve diğer ilerici iktidarlarla dayanışmayı bir
görev olarak üstlenir.
Sol Avrupa Birliği'ne karşı mücadele etmeden solcu olunmayacağı ilkesiyle hareket eder. Sol,
Türklerin ve Kürtlerin birlikten başka çareleri olmadığını, birliğin emperyalizme karşı mücadelede
pekişeceğini her fırsatta dile getirir.
Sol, dünyanın ve Türkiye'nin aydınlık geleceği için emeğini, yüreğini, yaşamını koyanların
kürsüsüdür*.
Yukarıda alıntıladığım temel ilkeler sol’un tüm kesiminin ortak aklı olarak su götürmez bir
gerçekliğe dayanması gerekmektedir. Elbette ki, başlıklar tartışılabilinir ancak yapılan tartışmalar
konunun içeriğini ve ya gerçekliğini değil uygulanış şekli ile ilgili olması gerekmektedir. Zaten
sol’u diğer ideolojilerden ayıran en temel noktalardan birinin tüm olguları kendi tarihsel sürecinden
geçirip, eleştirel bir bakış açısı ile irdelemesi olagelmiştir. Tüm sol’da genel kabul gören bu
karakteristik özellik tartışılmasının havanda su dövmekten farksız olduğu kimi başlıklarda
yürütülmesi ise sola düzen içi kimi kuvvetlerden ite kaka sokulmuş oyalayıcı ve kafa karıştırıcı ve
daha da önemlisi sosyalistler için hızla vahşileşen kapitalizm karşısında zaman çalıcı etmenlerdir.
Çünkü sol, iktidarı aşağı-yukarı 500 yılı bulan kapitalizmin, daha iktidarı aldığı ilk günden
günümüze hızla değişerek ve değiştiği ölçüde de doymak bilmez bir hırsla gelişerek emekçiler için
yaşamın, daha fazla yaşanmaz hale gelmesiyle saltanatını sağlam temeller üzerine oturtmaktadır.
* http://haber.sol.org.tr/ilkelerimiz.html
Bununla kalmayıp, iktidarını deniz aşırı coğrafyalara, genelde o coğrafyalardaki iktidarları
alarak, alamadığında da bir yolunu bulup işgal ederek, o da olmadı kimlik siyaseti, türban, etnisite,
halklara bağımsızlıkçılık oyunları oynatıp sürekli bir kaos ortamı yaratarak kendine oligopol
piyasalar yaratmakta bu yolla kendi iktidarını da tekleştirmektedir.
25
Hiçte yabancısı olmadığımı bir üst paragraf cereyan ederken sol işin ne tarafında olması
gerekmektedir, isterseniz soL haber sitesinden alıntıladığım ilkelerimizden başlık başlık gidelim ve
diğerlerinin nerede durduğunu ve sol’un durması gerektiği cepheyi 21.yy’da yeniden keşfedelim!;
İnsanlık tarihi boyunca yazılmakta olan büyük kütüphanenin, bilimler rafında duran ve
üstünün tozlanmasına emekçiler tarafından hiç müsaade edilmeyen Marksizm’e, emeğin sermaye
karşısındaki amansız mücadelesini taçlandıran Sovyet Devrimine ve devrimin öncelediği ulusal,
bağımsızlıktan yana ve nihayet sosyalist iktidarların yaratmaya çalıştığı tüm insanlığın eşit ve özgür
yaşamına, materyalizmi diyalektik yörüngeye oturtup, insanlık tarihinin oluşumunun kavranmasına
ve bilinmesine en azından ipucu olan tarihsel materyalizme, başından bu yana anlatmaya çalıştığım
özgürlüğün yaşamsal kaynağı olan emekten yana eşitliğin ve yükünen insanlığın yarattığı en
görkemli hayal olan Komünizme sahip çıkmak sol’un görevidir.
Sol, sömürücü sınıflar karşısında her zaman ve her koşul altında emekten yana tavır alır.
Sadece emeğin, işyerlerinde ki sömürüsüne değil, kapitalist toplumlarda karşı karşıya kalınan
sömürünün farklı tüm formülasyonlarını da önceden görmek, dünyaya emekten yana bir pencereden
bakabilmekle mümkündür. Sol, vicdan, ahlak ve insanı bağnazlaştıran her türden sömürünün de
karşısındadır.
Sol, h,ç kuşku yok ki, kapitalizme karşı verilen mücadeleyi, onun dolaşımsal sermaye
ayağını oluşturan emperyalizme karşıda cephe açmıştır. Günümüzde AB, ABD, IMF, DB, NATO
gibi emperyalist kurum ve kuruluşlara karşı su götürmez bir mücadele içerisine girmek sol’un asli
görevidir. Sol bu kurumları sola, küreselleşme, değişen dünya gibi yutturmaya çalışanları da önce
kendi içinden tasfiye temek ardından da Soros Vakıflarında saf tutanlarla hesaplaşmak zorundadır.
Öyle ya, emperyalizm her zaman askerle, topla, tüfekle gelmez ve bazen de Soros’la gelir ama sol
bu oyuna gelmez, gelmemelidir, gelmemeliydi.
Yukarıda değindiğim başlığa ek olmasının anlamlı olacağını düşündüğün bir başlıkta tüm bu
özelliklerden ötürü adı konulmamış veya millicilikle suçlanabilme korkusu nedeniyle tereddüt
edilmiş, ancak malumun ilanı olan şudur ki, sol yurtseverdir. Sol yurdunu, kapitaliste karşı sever,
militariste karşı sever, işgalciye karşı sever, soyguncuya karşı sever ama halklara karşı savunma
ihtiyacı duymaz, kapıların ardına kadar açılacağı güzel günler için sol yurtseverdir.
Sol, insanın doğuşuyla, kendi özgür iradesi dışında kendisine verilmiş hiçbir sıfatı kabul
etmez. Din bilmez, ırk ilmez, renk bilmez ve her türden ayrımcılığın karşısındadır. Sol, insanların
kendilerini bilip, özgür iradeleri ile seçtikleri sınıf temelli düşünce yapılarıyla ayrıştırır. Emekten
yana olanlar ve sömürüden yana olanlar vardır. Sol her türden milliyetçiliğe ve şovenizme karşıdır.
Eşitlikçi yönetimlerin kurulması, özgür bireylerin yaratılması paradigması, tüm dünya
ölçeğinde gerçekleşmediği müddetçe nihai sonucuna varamayacağından, tüm ülkelerden
emekçilerin yekvücut olarak hareket etme zorunlulukları ortada durmaktadır. Emekçilerin örgütlü
ortak duruşu burjuvazinin hareket alanını ve güç kaynaklarını kısıtlayacağı gibi, solun yeni haklar
elde etmesine ve iktidarlara siyasal baskı araçları oluşturmalarına zemin hazırlayacaktır. Bu
minimal düzeyde düşünülebilecek bir durum olmadığı gibi uluslararası işçilerin örgütlü mücadelesi
nesnelliğin olgunlaşmasına fırsat verecektir. Sol, tüm ülkelerden işçilerin sömürüye karşı
örgütlenmesini amaçlar.
Yukarıda bir miktar bahsetmeye çalıştığım gibi sol, sadece emek sömürüsü üzerinden değil,
farklı varyasyonlarla oluşturulan sömürünün farkına varır, deşifre eder ve emekçi halkların
aydınlatılmasına gayret gösterir. Sömürünün, burjuvazi tarafından daha sorunsuz ve uygun bir
nesnellikte yapılabilmesi için, oluşturulmaya çalışılan ayrımcı politika solun karşısında durduğu bir
diğer önemli başlıktır. Başta ataerkil doğu toplumlarında cinsel ayrımcılık olmak üzere her türden
bağnaz, gerici, çağ dışı uygulamanın da karşısında tabiatı gereği yine sol vardır.
Bu bildirinin konusu da olan aydınlanmacılık, sadece solun değil tüm insanlığın gericiliğe
karşı verdiği en etkili silahtır. Şimdi 21.yy. da bu silah tüm mermileri dolu bir şekilde solun
elindedir, sol bu silahı kafasına doğrultursa soldan eser kalmaz kala kala posası çıkmış bir garip
liberal kalır, sol gericiliği hedef alırsa aydın bir dünya yaratma özlemi ete kemiğe bürünür.
Pragmatizm solun künyesinde yazmaz ve şirin görünmek gibi ilkel dürtülerden yoksun olmak
26
durumundadır. Sol, gericiliğe, bağnazlığa karşı olduğunu saklama gereği duymaz, ilerici iktidarlara
dost, Sorosculara düşmandır.
Öncelikle şunu tespit etmek gerekir ki en kaba tabiriyle Avrupa Birliği emekçilerin önüne
emeğin düşmanları tarafından konulmuş bir projedir. Gerek anayasasıyla, gerek yargı ve
yönetmelikleri, amaçları, vizyonu ve misyonuyla bu birlik halkların düşmanı, emekçilerin yeni ve
farklılaştırılmış birazda kamufle edilmiş sömürü aygıtlarıdır. Avrupa Birliği sadece ülkemiz halkları
için değil, üye ülkelerin halkları içinde kurtulunması gereken bir yapıdır. Emperyalist savaşlara
koşulsuz destek veren AB, barışçıl; hala sömürge ülkeleri olan birliğe üye ülkelerin kararlar aldığı
AB, emekten yana; işsiz kalan kadınlara genelevde çalışma fırsatı(!) tanıyan AB demokrat, liste
uzatıla bilir. Avrupa Birliği’ne karşı mücadele etmek sol’un görevi, havayi fişeklerle kutlama
yapmak Aydın Doğan’ın.
Sol, ülkemizin kuruluşunda iki asli unsur olan Kürt ve Türk emekçi halklarının sosyalist
iktidarda da ayrılmaz iki ilerici unsur olması gerektiğini düşünür. “Kürt Meselesi” diye kodlanan
sorunun kaynağını emeğin sömürülmesinde arar ve bu perspektiften çözüm üretir. Kürt sorunu
yoksul Kürtlerin sorunu olduğunu bilir ve varsıl Kürt beylerine karşı mücadeleyi Türk emekçiler ile
birlikte örgütler. Anadilde eğitimin hiç ikirciksiz hak olduğunu savunur. Sol çözümün Kürt aşiret
ağalarında, AB komiserlerinde, ABD yanlısı devlet başkanları ve bölgesel yönetimlerde, onlara
yurttaşlık atfeden siyasetçilerde ve Kürtçülük yapanlarda olmadığını bilir. Kürt meselesi üzerinden
kimlik siyaseti yapanların karşısında sol durmalıdır. Aksi takdirde bugün olduğu gibi Kürt Meselesi
sınıfsal eksenden çıkarak ümmetçilik mantığına dönüşür, bu sol adına bir cephenin daha aleyhine
kapanması anlamına gelmektedir.
Sonuç
İnsanlık, var olduğu tarihten günümüze gelinceye kadar birçok evreden geçmiştir. Bu evreler
hep bir öncekinin yadsıması olarak ileri bir aşamada meydana gelmiş olsa da tarihin dinamikleri
çağları ileriye taşıyamamıştır. Her çağda, kendi çağının ilerisinde duranlar bir ileri çağa koridor
olmuşlardır. Yüz yıllar boyunca, haktan, adaletten, özgürlükten, eşitlikten yana olanlar kendi
çağlarında yaşam hakkı bile bulamamışken, onlardan yoksun büyük insanlık, açılan çatlaktan
çağları aşıp bir ilerisine ulaşmışlardır. İlerisine geçmek gerisini sorgulamakla mümkündür.
Var olanı olduğu gibi kabul etmeden, ele geçen tüm veriyi deney ve deneye dayanan gözlem
yoluyla, kendi tarihsel nesnelliğinin süzgecinden geçirerek rafine etmek zorunluluğu özgür
bireylerin ve özgür beyinleri mücadele araçlarından biri olagelmiştir. Çünkü özgür düşüncenin
önünde bir büyük aşılmaz duvar olan dogmalar durmakta, dogmalara sahip çıkanlar ise kurdukları
saltanatın yıkılmasından korkmaktaydılar. Din bezirgânları, feodal beyler, ağalar, kilise baronları,
tarikat şeyhleri, krallar, imparatorlar, padişahlar, devlet başkanları, diktatörler Fetoşlar, liboşlar vs.
vs. kimler kullanmadı ki dini. Din hep aynı amaç doğrultusunda kullanıldı. Halkları afyonlamak ve
daha iyi sevk ve idare edebilmek, bu sayede değirmeninin döndürmek ve ununu istediği gibi
öğütebilmek. Dini kullananlar her çağda farklı araçlar kullandılar gerek halkları bu katara eklemek
gerekse de dini canlı ve güncel tutabilmek adına. Dinleri her şeye ve tüm toplumsal yaşama cevap
verebilir kılabilmek adına çeşitli basım yayım araçları kullanıldı, kullanılmaktadır hala. Elbette ki
işlevini yitirmiş bir din, yani yaşanılan sıkıntılara cevap veremeyen veya her dönem aynı söylemler
üzerinden yaşamını sürdürmeye çalışan din inandırıcılığını hızla yitirmek durumundadır. O
nedenledir ki, günümüzde envai çeşit garip dini içerikli program insanlara toplumsal yaşamda neler
yapılması, nasıl yaşanması gerektiğini anlatma çabasındadır. Bu dinin güncel tutulmaya
çalışılmasından başka bir anlama gelmemektedir.
Din toplumu etkisi altına alırken, din kalpazanları halkların dünyevi işlerden ellerini
çekmeleri için öbür dünya vaatleri ile ilgili filmler, diziler izletedursunlar; insanlığın ortak aklı olan
sol bu tablonun neresinde durmaktadır. Sonuç niyetine söylenebilecek en temel ve öz cümle;
Sol, bir etiket veya bir marka değildir; giyinilmez, çıkarılmaz veya takılmaz. Solu sol yapan temel
değerler vardır. Bir kısmını yukarıda analiz etmeye çalıştım. Bu eksende gidebilmek, yani doğruda
durabilmek sol felsefi görüşle emekten, eşitlikten ve özgürlükten yana olmak ve tüm yaşadığın çağa
ve beklide insanlık tarihinden sana miras kalan bütün birikime bu açıdan bakabilmek. Geleceği daha
27
iyi görebilmek için gerekmektedir. Gelenekten alınan birikim geleceğe bu değerler üzerinden
taşınacaktır.
Türbana karşı gösterilen tavrın özünde bu vardır. Türban, takan bayanlarla ilgili kişisel ve
minimal düzeyde bir özgürlük sorunu değil kökü çağlar öncesine dayanan bir iktidar sorunudur.
Sol yobazın karanlığına karşı insanlığın ışığı olurken; bir yerlerde güneş batıyor sanırım.
İzmir, 2008
KAYNAKÇA
Bilgin, N. (2005). Sosyal Psikolojiye Giriş, İzmir: Ege Üniversitesi
Camus, A. (1975). Başkaldıran İnsan, çev. Tahsin Yücel, Ankara: Bilgi
Childe, G. (2007). Kendini Yaratan İnsan, çev. Filiz Ofluoğlu, İstanbul: Varlık
Din (b.t.) 28 Haziran 2008, http://tr.wikipedia.org/wiki/Din#cite_note-Encyclopedia–0
Din (b.t.) 28 Haziran 2008, http://www.tdk.gov.tr/TR/SozBul.aspx?
F6E10F8892433CFFAAF6AA849816B2EF05A79F75456518CA ‘den aktaran
http://tr.wikipedia.org/wiki/Din#cite_note-Encyclopedia–0
Filiz, Ş. (2008). Siyaset-Tarikat Gölgesinde Din ve Kadın, Ankara: Aydın Toplum.
Foucault, M. (2001). Kelimeler ve Şeyler: İnsan Bilimlerinin Arkeolojisi, çev. M.A. Kılıçbay,
Ankara: İmge
Kavukçuoğlu, D. (30.07.2008). Bireyin Özgürleşmesi Sosyalizmin Sorunudur. Cumhuriyet. Sayfa
17.
Laçiner, Ö. (2008). K(r)amplaşmanın Kıskacında Türban. Birikim, Cilt I, Sayı 227, 21–27
Marx, K ve Engels F (2002). Din Üzerine, çev. Kaya Güvenç, Ankara: Sol.
Okçabol, R. (02.02.2008), Türban II. 04.02.2008, http://www.sol.org.tr
Religion (b.t.) 28 Haziran 2008, http://www.encyclopedia.com/doc/1E1-religion.html ‘den aktaran
http://tr.wikipedia.org/wiki/Din#cite_note-Encyclopedia–0
Russell, B. (2004). Batı Felsefesi Tarihi 1, 2, 3, çev. Muammer Sencer, İstanbul: Say
Russell, B. (2005). Din ile Bilim, çv. Akşit Göktürk, İstanbul: YKY.
Tanilli, S. (2008) Din ve Politika “Laik Barış’ın Dostları ve Düşmanları, İstanbul:
Cumhuriyet
Taylor, S. E, Peplau L. A. ve Sears, O. D. (2007). çev. Ali Dönmez, Sosyal Psikoloji İstanbul: İmge
28