Geçen hafta sonunda Halkevleri “Güvencesiz Çalıştırılma” konusunda iki günlük çok verimli bir seminer tertipledi. Bu yazıda, çok yararlandığım bu seminerle ilgili düşüncelerimi aktarmak istiyorum.
İkinci Paylaşım Savaşı sonrasında çoğu gelişmiş ülkelerde ve Türkiye’de uygulanmış olan sosyal devlet politikaların emekçilere ve toplumlara önemli katkılar yapmış olduğu bir gerçektir. Bu dönemde gerek ücret olarak gerekse ücret dışı yararlar olarak emekçilerin önemli kazanımları olmuştur. Bu kazanımlarda emekçilerin mücadelesinin de çok önemli katkısının olduğu açıktır ve kimse emekçilerin canla-kanla yapmış oldukları mücadeleyi bir kalemde silip atamaz ve bu mücadelelerin hak kazanımlarındaki rolünü inkâr edemez.
Ancak; geçmişe bakarak bugünkü duruma hayıflanmak ve üzülmek ne bilinçli bir davranıştır ne de bilimsel sosyalizme dayandırılan akademik bir görüş olarak kabul edilebilir. Halkevleri semineri bu açılardan çok ufuk açıcı olmuştur. Geçmiş ile bugünün karşılaştırılması ve bu karşılaştırmanın soğukkanlı bir yöntemle bilimsel sosyalizm kurallarına uygun olarak yapılması çok temel bir ilkenin uygulanmasını gerektirir. O da, gelişmiş bir tarih bilinci ve olayların çözümlenmesinde uygulanacak tarihsel bakış açısıdır. Zira, ancak böyle bir bakış açısı ile, sadece geçmişi ve bugünkü durumu anlamakla kalmayız, aynı zamanda geleceğe yönelik mücadele ile ilgili zamanlama hatasına da düşmemiş oluruz. Kısacası, tarihsel perspektif, hem geçmişe hem de geleceğe ışık tutan vazgeçilmez bir çözümleme aracıdır.
Tarihsel perspektifle yaklaşım yaptığımızda şunu açıkça görmekteyiz ki, emekçiler açısından kazanılmış hak olarak telakki edilen avantajlar da, bu avantajların günümüzde kaybedilişi de aslında sermayenin farklı dönemlerde yaşadığı krizleri aşma çabalarının çevresel etkileridir. Sermayenin o dönemlerdeki sorunu bugünkünden farklı olduğundan, sorunun çözümü için de farklı politikalar geliştirmiş ve bu politikaları siyasiler eliyle uygulatmıştır. İkinci Paylaşım Savaşı sonrasında sermayenin sorunu Keynesgil politikaları gerekli kılmıştır. Bu politikalar çerçevesinde piyasaların genişletilmesi ve sosyalizme karşı cephe örülebilmesi amacıyla sosyal devlet uygulamaları devreye sokulmuştur. Oysa, sermayenin günümüzde karşı karşıya kalmış olduğu sorunlar, tam tersine, Keynesgil politikaların terk edilmesini gerektirmektedir, çünkü artık kapitalistleri ürküten sosyalizm krizdedir ve sermayenin iç piyasayı genişletme talebi de söz konusu değildir, zira küreselleşme olgusu ile tüm yerküre hem tüketim piyasası hem de ucuz üretim yeri olarak merkez sermayenin emrindedir.
Güvencesiz çalıştırılma koşuluna karşı çıkışın, bu uygulama ile emek üzerindeki sömürü oranının yükseltildiği görüşüne dayandırılmasından hareketle, tarihsel perspektifin bize gösterdiği diğer önemli bir gerçekliğin de gözardı edilmemesi gerekir. Bu gerçeklik de, kapitalizm tarihinin her aşamasında sermayenin emek üzerinde daima baskı ve sömürü oluşturmuş olduğudur. Sermaye, Keynesgil politikaların uygulandığı dönemde de emek üzerinde baskı ve sömürü kurarak, birikimini yapıp, bugünlere ulaşmıştır. Diğer bir ifade ile, emek kesiminin bazı haklar kazandığını düşündüğü dönemde de emek üzerinde sermayenin baskısı söz konusu idi. Bu durumda, özlemi duyulan, sosyal devlet politikalarının uygulandığı geçmiş dönemlerdeki emek sömürüsü ile, günümüzde güvencesiz ve kuralsız emek çalıştırma ortamındaki emek sömürüsü arasında nitelik farkı yoktur, sadece derece farkı vardır; günümüzde emek üzerindeki sömürü geçmişe göre daha yoğunlaşmış durumdadır. Binaenaleyh, emek sömürüsüne karşı çıkılması gerekirken, derin ve yoğun sömürü ile daha hafif sömürü arasında ayırım yapılmadan, tümüne karşı çıkmak gerekmektedir.
Emek sömürüsüne karşı çıkmak, emeğin metalaştırılmasına ve oluşturulan katma değerlerin kamusal hakimiyet alanından özel alana aktarılmasına karşı çıkmak anlamına gelmektedir. Yaratılan ulusal değerlerin toplumsal amaçla kullanım alanlarına yönlendirilmesi, bu fonların kamusal hakimiyet alanında kalmasına bağlıdır. Emek üzerindeki sömürüye karşı çıkmanın bu yönü, gerçek anlamda demokrasiye yöneliş açısından da fevkalâde büyük bir önem taşımaktadır. Bu bağlamda, Yeni Dünya Düzeni kavramına ve olgusuna da karşı çıkmak gerekmektedir. Zira, Yeni Dünya Düzeni kavramı ve olgusuna karşı çıkmak, sermayeye tahakkuk eden kâr payının toplumsallaştırılmasını talep etmekle eş anlamlıdır. Bu sorun çözülmeden, günümüzün teknoloji-yoğun üretim süreçlerinde emeğin ve sermayenin tanımlanmasını yapamayız ve yaratılan katma değerin hangi taraflar arasında nasıl paylaşılacağını karara bağlayamayız.
Emeğin metalaştırılmasına ve yarattığı değerin toplumsallaştırılmasına karşı çıkılmadan ne gerçek anlamda demokrasi kurulabilir, ne de emek üzerindeki sömürü ortadan kaldırılabilir.
6 Mart 2005 tarihli Evrensel Gazetesinden alınmıştır.