Zorunlu bir açıklama: Barış ve demokrasi mücadelesi siyasi gericilikle biraraya getirilemez!

Çar, 22/02/2006 - 02:00
  • Arttır
  • Eksilt
  • Normal

Geçtiğimiz ay İstanbul'da, BAK (Küresel Barış ve Adalet Kooalisyonu) tarafından Savaş tezkeresinin engellenmesinin yıl dönümü olan 1 Mart günü savaş karşıtı hareketin tüm bileşenlerinin ortak bir eylem düzenlemesi önerildi.

ABD’nin Irak bataklığına saplandığı, emperyalistlerin İran’a “askeri müdahale” tartışması yaptığı, ülkemiz üzerinden savaş trafiğinin işletildiği bu dönemde, emperyalist politikalara karşı halkın, ortak demokratik eyleminin geliştirilmesi zorunluluğundan hareketle bu çağrıya olumlu yanıt verdik.

Ancak yapılan ilk toplantıda, bu platforma BAK, Irakta İşgale Hayır Koordinasyonu, EMEP, SDP, TKP dışında Özgür-Der’in de çağrılmış olduğunu öğrendik. Halkevleri olarak, Türkiye’de İslamcı bir siyasi grubu demokratik bir platformun kurucu unsuru olarak kabul edemeyeceğimizi; İslamcı grupların en geniş sol güçleri bir araya getiren bir anti-emperyalist mücadele platformunun “kurucu” güçleri arasında sayılmasında ısrar edilmesi halinde, bu platformda bulunmayacağımızı bildirdik. Benzer bir tutum TKP tarafından da alındı. Bu tavrımız karşısında BAK ve Koordinasyon, Halkevlerinin ve TKP’nin platforma katılmamasını tercih etti. Özgür Der’in “platform kuruculuğundan çekilme”yi kabul etmesine rağmen BAK ve Koordinasyon, bu örgütü ısrarla “kurucu” olmaya zorladılar. Bu durum karşısında Halkevleri olarak sözkonusu platformun kuruluş çalışmasından çekildik.

Bu gelişmeler karşısında aşağıdaki açıklamayı yapmayı gerekli gördük.

 

1 Aralık mitingiyle başlayıp 1 Mart’ta “tezkere”nin reddedilmesiyle sona eren kitlesel savaş karşıtı hareket boyunca, ülkemizdeki sol merkezlerin büyük bir çoğunluğu, Siyasal İslam’ı “savaşa karşı çıkan bütün güçlerin birliği” adına ittifaklar yelpazesinin temel bir parçası kabul ettiler. (Başlangıçta bu “bütün güçler” içinde TÜSİAD, Doğan Medya, hatta AKP bile zikredilmişti.) Tezkerenin reddedilmesinden sonra, kimi savaş karşıtı çevreleri kapsamadığı iddiasıyla, sol güçlerin tümünü bir araya getiren platformu parçalayan bu “sol” merkezler, bir tek ittifak politikasını hassasiyetle korudular: Siyasal İslam’la ittifak arayışı…

Savaş karşıtı harekette siyasi İslam’a özel olarak yer açılmaya çalışılmasına öteden beri karşı çıktığımız bilinmektedir. “Ilımlı İslamcı” siyasi iktidarın üçüncü yılında, ABD emperyalizminin, işgal ve sömürgecilik politikalarını derinleştirmek için Ortadoğu’da yeni “Ilımlı İslam” iktidarlarının yolunu açmaya çalıştığı bu günlerde, bu tutum daha da özel bir anlam taşımaktadır.

Özellikle “karikatür krizi”yle birlikte ortaya çıkmıştır ki, ABD emperyalizmi emperyalizme karşı mücadeleye “medeniyetler çatışması” gömleğini giydirmek için özel bir çaba içerisindedir. Siyasi İslam, sınıf uzlaşmacısı ve gerici ideolojik-politik-örgütsel yapısıyla emperyalizmin “karşısında bulmak istediği muhalefet şemsiyesi”dir. ABD emperyalizmi, Türkiye’de de işbirlikçi AKP iktidarı ile “eski” payandası, kökleri Suudi gericiliğine uzanan Saadet Partisi’nin “motor” rolü oynadığı bir “islami siyaset iklimi”nin peşindedir. Bu yol ABD’ye ve oligarşiye, sağın alternatifinin sağ olduğu iktidar denklemini sürdürebilmek için uygun zeminlerden birini sunmaktadır.

Türkiye’de siyasi İslam, “yeni”, “bilinmedik”, “önemli kopuşlar yaşamış ve dönüşmüş” değildir. Siyasi islamın iktidardaki yüzü AKP hükümeti ve onun ABD işbirlikçisi, neo-liberal, dilencileştirici, halk düşmanı  politikalarıdır. Siyasi islamın muhalefetteki yüzü ise temelinde AKP ile aynı ortak paydaları güçlü, gerici, bağnaz, demokrasi, özgürlük ve komünizm düşmanı islami cemaat ve akımlardır. Türkiye’de bu niteliklerin ötesine geçebilen bir “siyasi İslam” anlayışı, gerçekliği yoktur.

Bu gerçeğe rağmen Türkiye solunun çeşitli kesimleri siyasi İslam’da “reformculuk”, “barışçılık”, “anti-emperyalizm” ve hatta “devrimcilik” bulma sevdasına düşmüştür.

ÖDP’nin kontrolündeki BAK, “reformcu bir İslam”ı aramakta ve İslamcı kesimler içerisinde “hümanist”, “barışçı”, “özgürlükçü” unsurların bulunabileceği hayali kurmakta; bu nitelikte “İslamcı çevreler ve aydınlar” keşfedip bunları vitrine çıkarma gayretkeşliği göstermektedir. Herkes tarafından bilinmektedir ki, bugün için ne Türkiye’de ne de dünyada reformist, hümanist bir İslamcı akım mevcut değildir. BAK’ın bu gayretkeşlikle vitrine çıkardığı “büyük yazar ve mütefekkirler” ise, Abdurrahman Dilipak gibi, büyük sermaye ve devletle ilişkileri son derece karanlık, Türk-İslam sentezinin güncel fantezilerini yayan, ırk ve din savaşı tahrikçilerinden başkası değildir.

Başta HÖC, ESP, EMEP ve SDP olmak üzere bir çok sol grup da İslamcı kesimler içerisinde “devrimci bir dinamizm” bulmaya ve çıkarmaya çalışmaktadır. Bazı İslamcı “radikal” grupların devlet düşmanlığı, Batı düşmanlığı ve şiddete dayalı eylem ve örgütlenmeleri zaman zaman düzen dışı ve düzen karşıtı, anti-emperyalist ve devrimci bir özün dışavurumları olarak algılanabilmektedir. Bu algı çarpılması içinde Cemalettin Kaplan’ın cezaevindeki müridlerinin “mücadeleleri”nden övgüyle söz edilebilmektedir.

 Türkiye’deki Siyasi İslam’ın “reformculuğu”, “özgürlükçülüğü” ve “anti emperyalizmi” tamamıyla hayal mahsulüdür. Türkiye solunun siyasi islama bu nitelikleri yükleme gayreti, zayıflıktan, yalıtılmışlıktan ve ideolojik erozyondan kaynaklanmaktadır. Solun bu tutumunun bir diğer kaynağını ise, devletin faşist çekirdeğinin elitist-laikçi tutumu oluşturmaktadır. Bir “halk düşmanlığı” biçimi olarak ortaya çıkan bu sözde laiklik anlayışının çarpıklıkları karşısına çıkma ihtiyacı, solda siyasi İslamı bir tür “halkçılık ve mağduriyet ifadesi” olarak algılama hatasına yol açmaktadır.

Türkiye’de “muhalefetteki” siyasi islamın bugünkü “anti-emperyalist” söyleminin somut içeriği yalnızca “anti-batı”dır… Siyasi İslam başka uluslar ve toplumlar üzerinde egemenlik –imparatorluk- kurma siyasetinin karşısında değildir; siyasi İslam faşizmin karşısında değildir; siyasi İslam tekelci kapitalizmin karşısında değildir… Ama siyasi İslam solun ve komünizmin uzlaşmaz düşmanıdır; ama siyasi İslam işçi sınıfının burjuvaziye karşı mücadelesini, sermayenin “himmet”ini istemekten çıkıp, mülkiyetin ortadan kaldırılması mücadelesine dönüştüğü noktada “şer” ve “fesat” olarak nitelendirmektedir; ama siyasi İslam, sola, kadınlara, Alevilere, Kürtlere karşı gerici, şoven, ırkçı, aşağılayıcı kültürel ve siyasal temaların en “kararlı” savunucusudur! Bu yüzden, Türkiye halkının anti-emperyalist tepkisi siyasi İslam kanalına yöneldiğinde hızla faşist hareketle sarmaş dolaş olmakta, MHP’yle, BBP’yle, kontr-gerillayla kaynaşmakta ve bütün özünü yitirmektedir.

Yine bu nedenle siyasi islamın “muhalefet”i de ortaoyunu benzeri bir “sözde muhalefet”tir! Bütün kesimleriyle iktidardaki AKP ile iç içe, kucak kucağa, danışıklı dövüş halindedirler… Bu durum son olarak Diyarbakır, Konya ve Çağlayan mitinglerinde somut olarak ortaya çıkmış; meydanlara dökülen yüzbinler, ABD işbirlikçisi AKP’ye karşı olabilecek en yumuşak tutum çerçevesinde “zaptedilmişler”dir. İslamcı muhalefetin bu niteliği, ABD’nin Ilımlı İslam projesinin bilinçli olarak yaratılmış bir unsurudur. İslamcılar bu tutumlarını “takiyyeciliğe” sığınarak açıklayabilmektedirler; Türkiye solunun “liberal” ve “militer” kanatları için bu ilkesizliğin ortak kaynağı ise sorgulanmalıdır.

Irak’ın ABD tarafından işgalinin, İran, Suriye ve Lübnan’ı içine alan yeni bir saldırı dalgasıyla genişlemek üzere olduğu bu günlerde, “sol” güçlerin, Türkiye’deki Siyasal İslamı anti-emperyalist mücadelenin temel bir ittifakı olarak ele alan yaklaşımlarının, ABD’nin oyununa gelmekten başka hiçbir anlamı yoktur! Bu tutum, Türkiye’deki anti-emperyalist halk tepkisini siyasi islamın güdümüne yönelten egemen sınıf politikalarına karşı solu savunmasız bırakmaktadır. Bu tutumla solun kendi öz gücüne dayanan, bağımsız bir siyasi özne haline gelebilmesi mümkün değildir. Türkiye’de siyasi İslam’ı, ana unsurunu sol güçlerin oluşturduğu  anti-emperyalist mücadele platformunun kurucu bir unsuru olarak tanımlamak, anti-emperyalist saflarda bulanıklık yaratacak; bölgesel düzeyde halkların anti-emperyalist tepkisinin ilerici bir toplumsal gelişme sürecine dönüşmesini güçleştirecek; savaş karşıtı hareketi, mevcut siyasi iktidarın ve egemen sınıfların tacizine açık hale getirecek yanlış bir anlayıştır!

Biz, bu ittifak politikasının savunanların aksine, “mevcut devlete karşı” olan herkesi devrimin potansiyel müttefiki, “bazı emperyalist devletlere karşı” olan herkesi “anti-emperyalist” mücadelenin bir bileşeni, “kitle militanlığı”nın ve şiddetinin her biçimini “özgürleştirici hareket” olarak görmüyoruz!  Mevcut devletin yerine şeriat devletini geçirmek isteyenlerle, ABD emperyalizminin yerine hayali bir “İslam imparatorluğu”nun emperyalist düzenini isteyenlerle, çoğunluk dininin kurallarına göre giyinmeyen, davranmayan insanları linç etmeye kalkışanlarla sol, ilericilik, devrimcilik arasında hiçbir ortak nokta yoktur!

Bu ittifak politikası, "Irak ve Filistin direnişlerinde şeriatçı örgüt ve grupların belirleyici olduğu; bu nedenle Irak ve Filistin halkıyla dayanışmanın şeriatçı güçlerle nesnel bir ittifak kurmak anlamına geldiği" ileri sürülerek savunulamaz.  Siyasal İslam, Ortadoğu’nun her ülkesinde birbirinden farklı toplumsal ve siyasal anlama sahiptir. Siyasal İslam’a “bütün Doğu dünyası” için ortak anlam yükleyen tek ideoloji Orientalizm’dir. Ve Orientalizm bu topraklardaki en eski emperyalist ideolojidir. Türkiye’de Siyasal İslam, halkın emperyalizme karşı direnişinin bir kanalı değil, siyasal gericiliğin bir parçasıdır; hiçbir zaman demokratik bir içeriğe sahip olmamış, çunlukla emperyalizmle ve devletle ık bir işbirliği içinde, toplumun gerici eğilimlerini güçlendiren bir işlevle örgütlenmiştir.

Siyasal İslamla ittifak, gericiliği meşrulaştırmaktan başka bir şeye yaramamaktadır. Siyasal İslam, geçmişindeki Komünizmle Mücadele Dernekleri’yle, kanlı pazarla, Sivas katliamıyla köklü bir hesaplaşmaya hiçbir zaman yanaşmamıştır. Çünkü bu olaylar onun “geçmiş”i değildir; bugünüdür de! “Şanlı Sivas Kıyamımız” diye başlık atan İslamcı yayınlar, bu gün de psikopat faşist katil Mehmet Ali Ağca’nın serbest bırakılmasına karşı gelişen tepkilerin karşısına “Solcu Şirretliği” manşetiyle çıkmaktadırlar. Ve sol hareketin önemli bir bölümü işte bu siyasi İslam’la göbek bağını hiçbir biçimde kesmeyen “Hizbullah” ve “İBDA-C” uzantılarını, sırf bugün için (devletle değil) devlet iktidarıyla, (emperyalizmle değil) Bush politikalarıyla çatışma halinde oldukları için Irak’taki işgale karşı mücadelenin veya anti-emperyalist mücadelenin geniş cephesinde “müttefik” olarak içine sindirebilmektedir. Biz içimize sindirmiyoruz ve sindirmeyeceğiz!

Bu ittifak politikasının savunucularının “savaş karşıtı hareketin kitle desteğini artırmanın çok önemli bir kanalı” olarak gördükleri siyasal  islamın bütün kesimleri, bugünkü hükümetle dolaylı veya dolaysız olarak olumlu ilişki içindedir. Bu nedenledir ki ABD İran’a saldırmaya yöneldiğinde siyasal islamın hiçbir kesimi, etkili bir reaksiyona yönelmemektedir. Aynı koşullarda hükümette bir başka partinin olması halinde Cuma günleri camilerin önünde toplanacağı kesin olan “kitle”nin sanki buharlaşıp havaya karışmış gibi hiç ortada görünmemesi; buna karşılık “karikatür krizi”yle ABD, tamamıyla “kültürel” nitelik kazandırılmış bir “isyan komedisi” için sahneyi açtığında yüzbinlerin, ne emperyalizm, ne ABD, ne de bugünkü işbirlikçi AKP hükümeti karşısında açık ve doğrudan hiçbir direniş çağrısı içermeyen mitinglerle “gaz boşaltmak” için elbirliğiyle sokağa dökülmesi yeterince açıklayıcı değil midir? Bunun nedeni açık ki Siyasi İslamın bütün fraksiyonlarının AKP hükümeti ile ve ABD ile göbek bağıdır. Bu göbek bağı, İslamcı Vakit gazetesi ABD’nin işgal güçlerinin kamplarını inşa eden firmalara övgüler yağdırırken, aynı gazetenin savaş karşıtı platformun “yıldız” yazarlarını da istihdam etmesinde somutlaşmaktadır.  Diğer yandan İslami siyasi grupların savaş karşıtı cepheyi genişleteceği tezinin doğru olmadığı da eylem süreçlerinde de açığa çıkmıştır. İslamcıların emperyalist savaş karşıtı mitinglere katılım sayıları, en küçük sol grubun katılım düzeyinin dahi altındadır!... Ama ilginç bir biçimde bütün sermaye basını mitinglerin sonrasında bu grupları ön plana çıkarmaktadırlar…

Siyasal İslamla Türkiye'nin ilerici potansiyelinin, barıştırılmaya çalışılmasının en önemli sonuçlarından biri de özellikle Anadolu’da karşı devrimci güçlerin hegemonyasını pekiştirmektir. İstanbul'da gericilerle ortak platformlar kurulması pratikte bir sıkıntı yaratmıyor gibi görünse de; diğer illerde AKP ve MHP'nin de bu platformlara çağrılmasına yol açarak gerici egemenliği beslemektedir. Bu ideolojik egemenlik “masum” bir “fikri üstünlük” düzeyinde kalmamakta, ilerici güçler üzerinde faşist kitle terörüne dönüştürülmektedir. Trabzon'da savaş karşıtı basın açıklamasına AKP il başkanının davet edilmesi ve gelmesi, Artvin'de altın madenini protesto için yapılan basın açıklamasına MHP'nin de dahil edilmesi, Trabzon'da Saadet Partisi'nin arkasında, diğer halklara düşmanlık içeren şeriatçı sloganların ardından yürünmesi  gibi olgular, Karadeniz’de halen sürmekte olan linç hareketlerinin içerisinde geliştiği ideolojik atmosferi de desteklemiştir.

Halkevleri Türkiye’de halkın ilerici kültür değerlerini geliştirmek, zenginleştirmek ve bu yolla Türkiye toplumunun maddi, politik ve moral gelişmesinin önünü açma amacıyla kurulmuş en köklü örgütlerdendir. Halkevlerinin bu tarihsel niteliği bize, halk kültürünün gerici politik ideolojiler tarafından bir korkuluk haline getirilmesinin karşısına dikilme sorumluluğunu yüklemektedir.

Bize göre, “halkın bütün kültürel değerlerine” kayıtsız şartsız saygı gösterme/savunma anlayışı yanlış, gericiliğe güç veren bir anlayıştır. Bir kültürel değere, yalnızca “halkın sahiplendiği” bir değer olduğu için saygı gösterilemez, sahip çıkılamaz! Kültür bir üst yapı öğesidir, sınıflı toplumun ürünüdür ve onun yeniden üretimine hizmet eder. Mevcut egemenlik ilişkilerinin yeniden üretiminin en önemli unsuru “sağduyu”dur ve bu “sağduyu” Halk Kültürü’nün bir çok kalıcı, benimsenmiş ve kutsal unsurlarıyla ayakta tutulur. Kan davası da, ataerkil-cinsiyetçi-ikiyüzlü “namus” ve “ahlak” anlayışı da, tevekkül de ne yazık ki, halk kültürünün ögeleri arasındadır. “Halk” ezilen sınıf ve kesimlerden oluşan bir siyasal-toplumsal kategoridir; bu nedenle, Halk kültürü yalnızca egemen kültür ögelerinden oluşmaz, Halk kültürü içinde demokratik unsurlar da varlığını sürdürür; ancak alttan alta, kenara itilmiş olarak… İşte devrimciler yalnızca halk kültürünün bu demokratik unsurlarını korumayı ve geliştirmeyi bir görev bilirler.   

Bugün bütün emperyalist merkezler, burjuva “siyaset teorisyenleri” ağız birliği halinde sola “inanç ve kimliklerinden dolayı dışlanmış cemaatlerle, kimliklerle örtüşmeyi” boşuna tavsiye etmemektedirler. Solu, mezheplerle, tarikatlarla, ilkel milliyetçilikle yan yana getirerek, solu toplumsal devrimin uzağında, “siyasi iktidar tutkusuyla” hareket eden pragmatik bir güruha dönüştürmek istemektedirler. Amaçları, halkın ilerici dinamizminin boğulmasına solu da ortak etmektir!

Ne yazık ki Türkiye solunun bir kesimi bu oyuna gelmektedir. Bu basiretsizlik öylesine ileri bir noktadadır ki, bir basın açıklamasından sonra bir grup gencin boş caddeye molotof kokteyli atmasını gerekçe göstererek, Türkiye’nin belki de en geniş ilerici hareket zeminini parçalayan BAK ve Koordinasyon, Konya mitinginde yaşanan ve mitingi düzenleyenler tarafından şirretçe savunulan, bir kadın gazeteciyi linç etme girişimini siyasi İslam’la ittifak politikası açısından “sorun” olarak görmemekte, görmezden gelmeyi tercih edebilmektedir.

Halkevleri olarak yıllardır yoksul-emekçi halkın içerisinde yürüttüğümüz çalışmaların gösterdiği gerçek şudur ki, şeriatçılığın etkisi kırılmadan halkın ilerici değerlerle buluşması olanaksızdır. Anti-emperyalist hareket içerisinde Siyasal İslamla kurulmak istenen ittifak ilişkileri, emperyalizme karşı hareketin demokratik niteliğini belirsizleştirmekte ve kurulu düzenin egemenliğini pekiştirmektedir.

Türkiye'nin saldırgan-emperyalist projelerin dışında tutulmasının yolu; tarihlerinin her döneminde demokrasiye düşman ve emperyalizmle işbirliğine açık olan siyasal akımlarla ittifak kurarak, siyasi iktidarda “çatlak yaratmak” gibi boş bir hayalin peşinden sürüklenmek değil; halkın anti-emperyalist tepkilerinin demokratik bir siyasal-toplumsal hareket çerçevesinde geliştirilmesidir.

İşte bunun için emperyalist savaşa karşı mücadele sürecinde gerici siyasi güçlerle demokratik siyasi güçlerin arasına kalın bir çizgi çekmek zorunludur. Barış ve demokrasi mücadelesinin “gerici toplumsal dinamikleri” yoktur, olmayacaktır! Barış ve demokrasi mücadelesi siyasi gericilikle bir araya getirilemez, getirilmemelidir!

İşte bunun için, emperyalizme karşı mücadelede Siyasal İslamın bizlere müttefik olarak dayatılmasına karşı çıkıyoruz! Bütün demokratik kamuoyuna, Siyasal İslamın bir parçasını oluşturan grup veya yapılardan herhangi biri ile anti-emperyalist hareketin ortak zeminlerini oluşturmakta birlikte olmayacağımızı, anti emperyalist kitle mücadelesine katılım biçimimizi bağımsız olarak belirleyeceğimizi ilan ediyoruz!