Çocukluk hastalığı

Metin Özuğurlu | Sa, 07/11/2006 - 02:00
  • Arttır
  • Eksilt
  • Normal

Yeni nesli bilemem ama yukarıdaki başlığı görünce bizim neslin aklına hemen Lenin'in o ünlü eseri gelir: Sol Komünizm, Bir Çocukluk Hastalığı...

Lenin bu hastalık tanısını 1920'de koydu; 1917 Devrimi maya tutmaya başlamıştı; Avrupa'da devrimlerden henüz umut kesilmemişti; ortalık gürül gürül devrim ve sosyalizm çağlıyordu. İşte bu koşullarda, genel ilkeleri somut taktiklerin yerine koyan, ittifakları temel çelişkiye feda eden solculuğa, Lenin “çocukluk hastalığı” tanısını koymakta tereddüt göstermedi.

Bu eserden sonradır ki, sekterliği militanlık sanan eğilimler söz konusu olduğunda, en azından bu ülkede, hep aynı tanı konur oldu: Çocukluk Hastalığı...

1980’li, 1990’lı yıların Türkiye’sinde “çocukluk hastalığı” tanısını cebine koyup sürekli olarak kendi solunu kesen onlarca solcu sendika uzmanı, parti yada kitle örgütü yöneticisi tanıdım. Bu arkadaşlar soldan gelen eleştirilere karşı hep alert vaziyette beklerlerdi.

İmzaladıkları toplusözleşme, yürüttükleri grev yada eylem soldan eleştirilip “pasifist”, “uzlaşmacı” vb. bulunduğunda, büyük bir hiddete kapılırlar ve Lenin’in tanısını aceleyle çıkartıp eleştirenlerin alınlarına yapıştırırlardı. Bütün bu yıllar boyunca attıkları her adımı, “çocukluk hastalığıyla” malul çevrelerin “provakatif” müdahalelerini hesap ederek, buna karşı önlemler alarak attılar. Semptomları itibarıyla olmasa bile özü itibarıyla aynı hastalığa kendilerinin yakalandığını ise hiçbir zaman anlayamadılar.

Bu tanının özü neydi? Somut durumu genel ilkeye feda etmek. Bu arkadaşlar için Türkiye somutunun bir önemi yoktu; anılan yıllarda solun esamesi bile okunmuyordu; üzerinden silindir geçmiş, ne kitle bağı ne özgüveni kalmış bir sol zeminde, “çocukluk hastalığı” uzman hekimliği yapmayı sürdürdüler. Sonları ne mi oldu? 2000’lere gelince bu arkadaşların önemlice bir bölümü sessizce kendi köşelerine çekildiler. Geri kalanlarını ise hepimiz biliyoruz; kendi soluyla araya mesafe koymanın, aynı zamanda, siyasal yelpazenin diğer ucuna yaklaşmak demek olduğu gerçeğini, bugünkü siyasal konum alışlarıyla bize göstermeyi sürdürüyorlar.

 

 

Bunca lafı TMMOB -Halkevleri gerginliği vesilesiyle ettiğim herhalde anlaşılmıştır. TMMOB yönetimindeki dostlar toplanmışlar ve “Halkevleri Yönetim Kurulu ile ilişkilerin geçmişte olduğu gibi sürdürülemeyeceğinin kendilerine bildirilmesine karar” vermişler. Tabi bildirim basın yoluyla yapılınca bu kararı duymak isteyen herkes de duymuş oldu. Sonuç: TMMOB, Halkevi yöneticileri ile ilişkisini durdurdu. Bu kararı alan dostların gerekçelerini ve niyetlerini sorgulamak istemem, ama kendilerine sosyolojinin altın bir kuralını hatırlatmak isterim; her karar, niyet edilmiş sonuçlar kadar niyet edilmemiş sonuçlar da doğurur. Mahirlik, bir kararı niyet edilmemiş sonuçları da öngörerek almaktır. Bu kararla TMOBB’lu dostlar Halkevlerini öznel niyetlerinin ötesinde bir yere itmiş oldular, ama daha önemlisi kendi pozisyonları da bir yere doğru harekete geçti. Hem de hangi koşullarda? Memleketin ve solun hali pür melali zaten ortada; üstelik salt siyaset düzlemi değil, bizzat yaşam koşuları da muazzam eğik bir profil sergilerken. Bu koşullarda kazığı bir kez oynatırsan soluğu kimin yanında alacağın bilinmez.

 

Geçenlerde TÜSİAD ve Sabancı Üniversitesi “ulusal yenilik” (inovasyon) programını açıkladı; programın özü net, niyetleri yeni de değil; çokuluslu sermayenin Ar-Ge faaliyetlerini fason ilişkilerle ülkemize çekmek istiyorlar; gerekçeleri TMOBB’lu dostlarımızın malumu; memleket ucuz mühendislik deposu. Sermaye programı akademiyi olduğu gibi mühendislik mesleğini de ortadan yaracak, halihazırda zaten yarıyor. Yarılma; küresel sermaye ağına dahil olanlar ve olamayanlar şeklinde belirginleşiyor ve bu durum TMOBB üzerinde de küresel elit oluşumun parçası olan mühendislerin örgütü olma yönünde muazzam bir basınç yaratıyor. Bunu en derinden TMOBB yöneticisi dostlar hissediyor olmalı. Halkevlerinin eylemlerdeki tutumlarına çok kızmış, açıklamalarına çok kırılmış olabilirler; ama, zaman öyle bir zaman ki, masaya önce “neden kendi soluma bu kadar kızıyor ve kırılıyorum” sorusu yatırılmalıydı. Bizimkisi dostça bir hatırlatma…

Halkın Sesi