Ak saçlılardandır; böyle demeye dilim varmasa da, dışardan görüntüsü öyledir. “Ak saçlı”, siyasetin büyüğü olmayı anlatır. Biraz kibir, çokça ukalalık halini çağrıştırır. İkisi de O’nun mahallesine uğramamıştır. O’ndaki ak saçlılığın, kırlaşmış saçlardan öte anlamı yoktur. Böyle bir anlam katmaya kalkanları, yaşamıyla yalanlamıştır. Vazifeli gibi bir yalanlama değildir bu; neyse odur, doğal hali böyledir.
Eski kulağı kesiklerdendir; böyle demeye dilim varmıyor ama yaşına başına bakınca öyle görünmektedir. Vakti zamanında sendikal faaliyetlerde gözaltına alınanların serbest bırakılırken bir kulağı kesilirmiş. Hani, her yerde belli olsunlar diye, tedbir mahiyetinde. Deyim bunu anlatır. Biraz eski olmayı, artık bu işlerden elini ayağını çekmeyi çağrıştırır. Eski olduğu doğrudur, bu işlerden elini ayağını çekme işi ise, bu yönde beklentisi olanlar açısından hayal kırıklığı yaratmaya müsait bir durumdur. “Eski kulağı kesiklerden” olmak görmüş geçirmişliği, ama artık köşesine çekilmeyi, özellikle gençlere dışardan “ahkam” kesmeyi ifade eder. Görmüş geçirmişliği tescillidir. Köşesine çekilmek ise O’nun için hayattan çekilmek anlamına gelecektir. Hayattan çekilmeyi bırakılım bir tarafa, her geçen gün hayatın en ön safına, daha ileri hangi nokta varsa oraya doğru yürümektedir.
Devrimcilik hayatın renkleri arasında uyum sağlama, yakışan renkleri yan yana getirme becerisiyse, Halkevleri’nin yürüyüş kolu bunun kanıtıdır. Halkevleri’nin turuncu renginin yanına Abdullah Aydın’ın ak saçları tarifsiz yakışmıştır. Beyazın turuncu ile uyumu Halkevleri’nin yürüyüş kolunu tam bir şenlik havasına büründürmüştür. Saçlarına ak düşmüş yaşlılarla, al yanaklı gençlerin yarattığı ortaklık yürüyüş kolunun yollara sığmaması sonucunu doğurmuştur. Bunda, Abdullah Aydın’ın katkısı tartışılmazdır; tıpkı ellerindeki turuncu flamalarla Halkevci gençlerin yürüyüş kolunda yerini alması gibi. Bana kalırsa buradan çıkan yegane sonuç; beyaz ve turuncunun tek başına etkileyicilikten uzak olduğudur. Bir de, beyaz neyse de, sevilen rengin sorulduğu anketlere verdiğim cevap arasına hiç giremeyen turuncunun, Halkevleri’nin rengi olmasından sonra gözüme bir başka görünmesidir.
VARDIK, VARIZ, VAR OLACAĞIZ
Halkevleri 74 yıldır gericiliğe, faşizme, yoksulluğa karşı mücadele ediyor. Mücadele hattı demokrasi, özgürlük ve eşitlik ekseninde oluşturuluyor. 74 yıl deniliyor ama bu rakamda biraz tenzilat yapmak gerekiyor. Çünkü; Halkevleri’nin 1932 yılında, Türk Ocakları’na alternatif olarak kurulduğu biliniyor. Türk Ocakları, Halkevleri aracılığıyla denetim altına alınmak isteniyor ve 1932-1951 arası yıllarda CHP’nin yan kuruluşu gibi çalışıyor, devlet olanaklarıyla destekleniyor. Yıllar geçtikçe Halkevleri, gerçek kimliğine bürünmede mesafe kat etmeye başlıyor. 1951 yılında dönemin Demokrat Parti iktidarı tarafında kapatılıyor, neyi var neyi yoksa el konuluyor. Sistemle ilk ‘kapışması’ olarak görmek gerekir bu dönemi. Halkevleri sistem dışına itildikçe, bağımsız ve muhalif karakteri şekillenmeye başlıyor. 27 Mayıs darbesinden sonra, yeni yönetimin kitle desteği arayışının adresi yine Halkevleri oluyor ama bu kez ismi değiştirilip yeniden açılıyor. Halkevleri, Türk Kültür Ocakları oluyor. Halkevleri ise yürüyüşüne Halkevleri Derneği ismiyle devam ediyor. 1960’ların ikinci yarısından sonra memlekette esmeye başlayan sol rüzgarlar Halkevlerini de etkisi altına alıyor, Halkevleri çatısı altında başlayan “klasik halkevcilik” ile “muhalif halkevcilik” çekişmesi, ikinci anlayışın 1970’li yıllarda galibiyetini ilan etmesiyle nihayete eriyor. Sistemden tamamen kopmuş, devletten değil halktan güç alan Halkevleri, 1970’li yıllarda yaygın örgüt ağıyla anti faşist mücadelenin odak noktası haline geliyor. O yıllarda asıl gümbürtünün koptuğu mahalleler, Halkevleri’nde bir araya gelmiş insanlar tarafından faşist saldırılardan korunuyor. Yalnız anti faşist mücadelenin motoru olmakla kalmayan Halkevleri her türlü muhalif hareketin de destekçisi oluyor. Elbette bu politik hat, faşist saldırıların da hedefi haline geliyor. 1970’li yıllarda pek çok Halkevi üyesi saldırıya uğruyor, yaralanıyor, öldürülüyor. Halkevleri, 1980 yılında askeri darbeyle birlikte yeniden kapatılıyor. Yöneticileri ve çok sayıda üyesi gözaltına alınıyor, işkenceden geçiriliyor, haklarında hapis istemiyle dava açılıyor, yıllarca tutuklu kalıyor. Uzun süren yargılama sonunda dava beraatla sonuçlanıyor ve Halkevleri yeniden faaliyete başlıyor.
Turuncu ile beyazın raksına hayat vermek yolunda başlatılan çabalar o tarihten sonra hız ve uyum kazanıyor. ‘Vardık, varız, var olacağız’ Halkevleri pratiği ile doğrulanıyor.
TAŞ ÜSTÜNDE YATAN YİĞİT
Halkevleri’nin ak saçlı genel başkanı 1944 yılında Artvin Yukarı Maden Köyü’nde dünyaya gelmiş. Annesinin dediğine göre; bir bağbozumunda doğmuş. Yani heyecan, koşuşturma ve tatlı yorgunluk zamanında. Acaba hiç bitmeyen enerjisinin bağbozumunda doğmasıyla bir ilişkisi kurulabilir mi? Bağbozumu ile Abdullah Aydın arasındaki rabıtanın hikmetini sorgulamamak en iyisi. İlkokul 3'e kadar köyündeki okula gitmiş Abdullah Aydın. Daha sonra ailesi köyden Artvin merkeze taşınmış, ilkokulun kalan kısmını, orta okul ve liseyi Artvin’de okumuş. 1960'ta Ankara Üniversitesi DTCF Türk Dili ve Edebiyatı bölümüne girmiş, 1966'da buradan mezun olmuş. Aynı yıl ilk görev yeri olarak Artvin Merkeze atanmış. Atanmış atanmasına ama burada rahat durmamış. Öğretmenin, eğitimin sorunları derken, kendini Trabzon Vakfıkebir'de sürgünde bulmuş. Evlilik, askerlik girmiş araya. Bir bebekleri doğmuş, ismi Sıla olmuş.
Askerlik sonrası Ankara’da göreve başlamış Abdullah Aydın. Devrimci Öğretmen grubunun içinde yer almış, Töb-Der yöneticiliği yapmış. 1980 darbesine kadar Kurtuluş, Mamak ve Ankara Kız liseleri ve Gazi Eğitim Enstitüsü’nde çalışmış. 1980’de pek çok Töb-Der’li gibi 12 Eylül’ün hışmına uğramış.
Ben Abdullah Aydın’ı tanıdığımda Gazi Üniversitesi’nde çalışıyordu. O yıllar sık sık gözaltına alınıyordu. 1998’in 1 Eylül’ünde Barış mitinginde yaptığı konuşma nedeniyle tutuklandığını ve beş ay hapis yattığını hatırlıyorum. Bir de, ABD Büyükelçiliği önüne siyah çelenk koyma eylemi nedeniyle tutuklanarak Niğde Cezaevi’nde 15 gün kalmasını. Tabi vurgulamakta yarar var, Abdullah Aydın’sız ne bir mitingi akla getirmek mümkündür ne de Halkevleri kortejini O’nsuz düşünmek.
Halkevleri kortejinde, ak saçlı başkanlarının arkasında yürüyen gençler biliyorlar mı acaba, şair bir başkanlarının olduğunu. Şairdir Abdullah Aydın. 1984 Haziranı'nda Tokat-Sivas sınırında bir dağ köyünde öldürülen Ahmet Pehlivan’ın ardından eli kaleme uzanmıştır. Ali Asker bestelediği dizeler, dillerden düşmeyen şarkının ortaya çıkmasını sağlamıştır. “Taş üstünde yatan yiğit/ Kaşının karası bizim/ Ferhatlara mezar olan/ Şirinin kalesi bizim/ Gurbetlere düşen yolcu/ Zindan zindan burcu burcu/ İşleriz demiri tuncu/ Tarihin mirası bizim/ Ne canlar verdik feleğe/ Bağlandık yüce dileğe/ döküldük kızgın eleğe/ Devrimin cefası bizim/ Dağlardan düşmüş zindana/ Haber ver cümle dostlara/ Yüreğinde seksen yara/ Anaların yası bizim/ Yüce dağlar aşıyorsun/ Geleceğe taşıyorsun/ Ahmet’im sen yaşıyorsun/ Silahının pası bizim”
Birgün