Bizler memleketimizi çok sevdik. Severken de ayırt etmedik doğanın içinde var olan her bir parçasını. Çay bahçelerinde az mı ıslandık, ıslandıkça da şarkılar söylemeye... Bir o tepeden bir o tepeye çığlıklar attık. Bizler gibi çay toplayan kişilere kavurucu güneşin altında toplanan çay sürgününde sesimizi bedenimizi derelerde birleştirdik serin sulara kendimizi teslim ederek.
Bazen öyle kara bulutlar kaplardı ki gökyüzünü, “işte” derdik, “bugün dereler coşacak”. Yağmurlar gökyüzünden boşalırken bir bir, biz de ıslanmamıza aldırış etmeden heyecanla derenin büyümesini beklerdik. Heyecanlı bekleyişimiz sonunda gerçekleşirdi, katlana katlana gelirdi dere, küçük sular koca okyanuslara dönüşürdü. O manzarayı izleyen bütün insanların gözlerinde korkudan çok sevinç olurdu. Derelerin koca kütükleri küçük bir fareyi oynatırmış gibi evire çevire denize doğru sürüklediğini izlemek güzel bir zevkti, çünkü bilirdik yatağına özüne dokunulmayan hiçbir dere can almazdı. Dereler durulduğunda kenara köşeye sıkıştırdığı odunlar çakıl taşları kumlar kalırdı geriye. Bu kumlar, bu çakıl taşları az mı insanın başlarını sokacakları evler için hizmet etmişlerdi. Sepetlerle taşıdıkları kumların yorgunluğunu yine kumunu taşıdıkları dereden alırlardı. Avuç avuç sular içerek bu sularda yorgunluktan geriye izler kalmazdı, daha çok güç bulurlardı üretecekleri emekler için.
Havalar bir hafta güneşli geçse dert olurdu bizlere, sanki tüm ürettiğimiz mısırlar çay bahçeleri, şimşir ağaçları, gürgenler yok olacakmış gibi. Bu kadar çok alışmıştık sulara, yağmurlara, derelere ve bir gün bir gerçekle karşı karşıya geldik. Bulutlar farklılaşmıştı ve hiç alışık olmadığımız yağmurları yağdıracaklardı HES yağmurları... Bu HES yağmurları daha Fındıklı'ya yağamadı ama yağmak için çok ısrarlı ve bizler dereler coşsun diye heyecanla sevinçle beklediğimiz sert yağmurları dereleri kurutmak, ormanları yok etmek için yağacaklarının bilmenin telaşını, korkusunu, öfkesini yaşıyoruz. Ne hissettiğimizin hangi öfkeyi, korkuyu yaşadığımızın bu suni yağmurların hiç umurunda değil.
Kulaklarını tıkamışlar, gözlerini yummuşlar, sadece ellerine konacak paranın heyecanı içerisindeler, bizler de yaşam alanımızı, deremizi, vadimizi, ormanımızı yok ettirmemenin ısrarı içinde… Bizlere destek olan, bizlerin arasına girip dertlerimizi dinleyen, etrafında neyin yaşandığını ve neye dönüşeceğini görmeye gelen Öğrenci Kolektifleri havanın soğuk yağışlı olmasına aldırmadan köylere doğru karşısına çıkan her nesneyi selamlayıp yürüyorlardı. “Dereler özgürdür, özgür akacak” çığlıkları tüm vadileri inletiyordu. İçlerinde orman mühendisi, elektrik mühendisi, inşaat mühendisi her meslekten kişiler vardı. Aynı meslekte farklı senaryolarla karşımıza çıkan insanlardan çok çok farklı. Oynadıkları küçük skeçler, köylülerle yaptıkları muhabbetler sevgi ırmağını üretmişti, derelere karışıyordu derelerden denizlere. Bir kaç teyzemden şu fısıltıya kulak misafiri olmuştum. Öğrenci olup ve buraya gelmek kolay mı yoruldular, paralarını harcadılar, kendi dertleri hiç yokmuş gibi sanki bizim dertlerimizi kucakladılar. Onlara yürekleri koca insandan başka ne söylenebilir ki? Onlar bilmiyorlar mı mesleklerinden tonlarca paralar kazanmanın yollarını veya bilmeyecek kadar küçük kafalılar da birilerinin sayesinde mi gelmişlerdir üniversitelere? Bilmişlerdir elbette, hatta onlardan daha fazlasını ama kendi ellerine kazmalarını alıp bir tohum attığı toprak anaya toprak anadan çıkan; mısır, fasulye, lahanaya bakmışlardır. Diğerleriyse ekmedikleri tarlalarda başkasının ekinini çalmanın yollarına.
Bunlara da şahit olduk, bu yüreği büyük insanlara kimsenin ekmeğini emeğini çalmamış bu insanlara, kendi üniversitelerinde Orman Bakanı’na HES’lere hayır sözcüklerini sarf ettikleri için yaka paça kızı erkeğine bakmadan copladılar. Kimi neye karşı koruyorlardı? Orman Bakanı’nın karşısında orman mühendisleri vardı, meslektaşları… Silahlar mı çekiliyordu, bombaların pimleri mi çekiliyordu?
Korktukları neydi? Sadece ve sadece sözcükler. Onlar sözcüklerden korkup öğrencileri dövmelerini, dövdürtmelerini kendilerinde hak olarak görebiliyorlarken ya bizlerin hakkı… Kendi üniversitesinde okuluna sokulmayan öğrenciler; kendi vadimize, yaylamıza, deremize yaşama alanımıza dozerler kepçeler, kamyonlar, dinamitlerle saldırmak… Bunun adına ne derler? Bizler de coplamalı mıyız? Coplasak da en doğal hakkımız olmaz mı? Hangimizinki daha ağır, daha zalimce? Nasıl bir vicdana sahip bakan, başbakan? Yönetici olduk, üretmek için mi, yok etmek için mi geldik başlara… Fikrime, projeme katılır desteklersen benim yurttaşımsın, katılmaz karşı çıkarsan terörist… Bu kadar basit midir insan düşüncesini yok saymak? Yaylamızdaki bir çiçeği koklamamış, ineğini otlatmamış, toprağını kazımamış, deresinde yıkanmamış insanlar… Bunların sahibi biziz. Üstelik de ülkemizin elektrik enerjisine ihtiyacımız var yalanlarıyla karşımıza çıkmasınlar. Hele hele destek veren Öğrenci Kolektifleri’ni coplatmaya kalkışmasınlar. Onlar üç beş coptan korkacak kadar küçük yüreklere sahip değiller. Yalancı hiç değiller...
Onlara bu saygısızlığı, insanlık dışı bu görüntüyü, bu sahneyi, bu senaryoyu bizler kurgulamamış olmamıza rağmen yüreklerimiz acıdı, vicdanlarımız sızladı. Sizler utancınızdan yerin dibine girmek için ne bekliyorsunuz. Hala tabi yüreğinizde gurur, onur, güven denen izlerden eser varsa...
Gülcan Hindistan-Fındıklı Derelerini Koruma Platformu