İsyanın devrimcileri anlaması değil devrimcilerin isyanı anlaması gerek
Sokaklara uzun zamandır görülmemiş bir atmosfer hâkim. Gaz değil. Devrimin havasıdır ciğerlerimizi, ışığıdır gözlerimizi yakan. Derin nefes alma ve ışığa bakma zamanıdır.
Halk sokakta. Islıkları, sloganları, sıkılı yumruklarıyla. Karşımızda panzerler, tomalar, akrepler, gaz bombaları, kasklı-maskeli polisler. Halk hareketine devrim niteliği kazandırıyorlar.
Yönetilenler eskisi gibi yönetilemiyor. Yönetenler ise eskisi gibi bir halkı yönetmiyorlar.
Başbakan bilgisayar gençliği istemişti. O gençler isyanı örgütledikleri bilgisayarlarının başından gözaltına alınıyor.
Dindar, kindar bir gençlik demişti. Dindar imam cami avlusunu direniş revirine çevirirken, kendileri dindar dilleriyle kin kusuyorlar özgürlük isteyen gençlere.
Şimdi Başbakan mitingler yapıyor. Bütün diktatörler gibi, benim de destekleyenlerim var demek için. Kendisine oy veren köylülerin HES’e karşı, işçilerin taşeronlaştırmaya karşı direndiğini bilmiyormuş gibi.
Başbakan’ın adamları ‘yedirmeyiz’ diyorlar. Oysa isyan eden kitleler yiyici değil, en fazlası içici. Yiyici kendileri.
Kırk çeşit küme bir arada direniyor. Onbinler yüzbinler bir araya geliyor, polisle çatışmalar yaşanıyor ama direnişçiler sıradan insanların ne canına ne de malına zarar veriyorlar. Sadece devletin kitle sindirme araçları veya asalak sermaye kurumları zarar görüyor. Bir de Topbaş’ın Saray Muhallebicisi ile Hindistan’da işçilerin köle gibi çalıştırılıp katledilmesinin suç ortaklarından LC Waikiki’nin mağazaları.
İsyan edenlerin mizah gücü, zekası övüle övüle bitirilemiyor. Basının sansürüne karşın isyanın dalga dalga yayılması engellenemiyor. Herkes isyan insanlarının eski-bildik kalıpların dışında olduklarından bahsediyor. Yaratıcılık, dayanışma, mala mülke paraya pula değer vermeme, fedakarlık… öyleyse yaşanan bir devrimdir. Çünkü her devrim birçok şey gerektirir ama öncelikle bunları gerektirir.
Devrimin sıfırıncı koşulu oluşmuştur. Yaratıcı, korkuya teslim olmayan, hızla bir araya gelme arzusu hisseden bir halk kuşağının ortaya çıkması. En etkin kitleleri futbol taraftarları oluşturuyor. Çünkü neoliberal piyasalaştırma bu alanı da fena vurdu ve en geniş organize kitleleri taraftar grupları oluşturuyor. Çünkü kişisel çıkar gerektirmeyen bir halk hareketidir, devrim gibi.
Ne ırkçılar, ne gerici, ne de Kürt düşmanı. Türk Bayrağı taşıyorlar çünkü kendilerine ait hissettikleri başka bir simge yok. Onuncu yıl marşı okuyorlar çünkü büyük çoğunluğu “Gündoğdu Marşını” bilmiyor. Ama coşkuyla “Gündoğdu” marşınına katılırken “yaşasın halkların kardeşliği” sloganını da tereddütsüz olarak haykırıyorlar.
Yönetilmeye itiraz ediyorlar. “Ben” olmasam bu barikat aşılamaz, Taksim’e girilemez, bu kalabalık oluşamaz özgüvenine sahipler. O takdirde “sosyalist insan”ın asgari gereği de oluşmuştur: özne olmak.
Olağan hayat, eylem ve direniş iç içe sürüyor. Öyleyse uzun soluklu olma şansı var.
İsyan “sol” bir isyan olarak başladı ve öyle devam ediyor. 1 Mayıs alanından, çevre ve kant hakkını savunan, sol kimlikli Taksim Dayanışmasının eylemiyle ve Öcalan görüşmecisi S. Süreyya Önder’in etkin bir figür olarak göründüğü bir başlangıcı oldu. İsyana başlangıç rengini bu unsurlar verdi.
AKP ile derdi olan herkes eylemin içinde kitlesel olarak yer alıp taleplerini dile getiriyor. Sadece emek örgütleri ve Kürtler henüz gerçek ağırlıklarıyla yer almadılar. Diyarbakır ayağa kalktığında bu hareket gerçek manada milliyetçi etkilerden arınma şansı yakalayacak.
KESK, bu direnişten faydalandı ama henüz katkı sunmadı. Kızılay’ın grev günü mitinge açılmasının tek nedeni ‘Haziran İsyanı’ idi ama sendikalar alanı erken terk ederek ve bu halk hareketine mesafe koyarak katkı koymaktan kaçındı. Oysa genel grev kararı sendikaların hem üyelerinin taleplerini hem de tüm halkın hak taleplerini siyasal olarak emek ekseninde birleştirmek için inisiyatif alabilirdi.
Politik örgütler ise tek başlarına kapsayamadıkları bu hareketi, kuracakları ortaklıklarla etkileyebilme olanağı yakalayabilecekken, süreci kavrayamadıklarından olsa gerek 1 Mayıs Mitingleri organizasyonları kıvamında yaklaşıyorlar.
Yorumlamak yetmez aslolan değiştirmektir. Tabi her değiştiren kendisi de değişime uğrar, belli ki değişmektense değiştirmemeyi yeğleyen güçlü geleneksellikler var. İsyanın devrimcileri anlaması değil devrimcilerin isyanı anlaması gerek.
Gerek örgütsel gerek siyasal gerekse de bedensel hiçbir sorun yaşadığımız bu devrimden bağımsız değildir. Örgütsel meseleler de, psikolojik meseleler de politiktir. İsyanın inisiyatifine talip olup olmama, dolayısıyla sonuçlarına katlanıp katlanmama meselesidir. Devrimciler için bugün, baş ağrısı da mide ağrısı da politiktir.
Yaşadığımız bir devrimdir. Çokça tartışılan ve tartışılacak. Duraklasa da, yenilgiye uğrasa da bir devrimdir. Öyle ya devrim tek hamlede yapılmayacak ya.
“Onlar ki toprakta karınca, suda balık, havada kuş kadar çokturlar; korkak, cesur, cahil, hakim ve çocukturlar… en bilgin aynalara en renkli şekilleri aksettiren onlardır”. Üzerlerine bu kadar yazılıp çizildiğine göre bunlar, “on”lardır. Derin nefes alma ve ışığa bakma zamanıdır.
Samut Karabulut
Halkevleri Genel Başkan Yardımcısı