Fethullah Gülen, Cüppeli Ahmet, Adnan Hoca ve popülerleştirilen İslamcı gericilik

Nuri Günay | Sa, 11/08/2009 - 01:00
  • Arttır
  • Eksilt
  • Normal

Ülkemizde Siyasal İslam’ın kazandığı toplumsal konum ve siyasi güç malum. Uzun yıllardan bu yana kararlı bir biçimde örgütlenen, toplumsal hayatta derin kökler oluşturan gerici ideoloji hayatın her alanını sarıp sarmalıyor. Emperyalizmin stratejisi, devletin himayesi altında uzun süredir kararlı bir biçimde ilerleyen gericilik, devleti ve kamusal alanı kendine dönüştürüyor ve kendisi bu ilerleyiş içerisinde duruma adapte oluyor. Geleneksel sermayenin yanında İslamcı sermaye büyüyor; burjuva yaşam alanlarına İslamcı ritüeller sızıyor; İslamcı yaşam, burjuva standartlarla uyumlu hale geliyor. Kumandalı seccadeler, evlerin içine kurulan süslü mescitler, türban defileleri birkaç örnek. Son yıllarda lüks ciplerden inen güneş gözlüklü türbanlı hanımlar ve çember sakallı beyleri her yerde görebiliriz. ‘Tepedekiler’, kendilerine bu hayat biçimini uygun görürken, ‘aşağıdakileri’ el açan, yardımlarla ayakta kalabilen, cemaat esaslarına göre yaşayan bireyler haline getirmeye çalışıyorlar.

AKP hiç şüphesiz sürecin ana motoru. Yedi yıllık iktidarı sürecinde yaptıkları, devletin bütün kurumlarındaki kadrolaşması, YÖK’te, yargıda gerçekleştirdiği dönüşüm ve en son İHL’lerinin üniversitelere girişinin önünün açılması yaşanan önemli dönüşümler. İslamcı gericilik, siyasal, toplumsal, ekonomik, ideolojik ve kültürel alanlarda ‘ılımlı popüler’ bir gürünüm altında hızla yaygınlaşıyor.

Bununla birlikte son dönemde İslamcı camianın kendi içerisinde değişik özelliklere sahip şahsiyetleri dikkate değer biçimde inisiyatiflerini güçlendirmeye, televizyon ekranlarında boy göstermeye başladı. Üstelik bunların çoğu geçtiğimiz dönemlerde kendi cemaati dışında toplumun büyük bölümünün pek de haz etmediği şahsiyetler iken bugün adeta toplumun gözünde aklanıyor, sempatik hale getiriliyorlar. Toplum cemaat gibi yaşamaya ikna edilmeye çalışılıyor, malum şahsiyetler de her konuda adeta ulema, birer kanaat önderi olarak sunuluyor.

Her dönemin adamı her döneme uygun cemaat önderi Fethullah Gülen
Fethullah Gülen’in kim olduğunu ve misyonun ne olduğunu anlamak için emperyalist kapitalist sistem içerisindeki rolünü görmek gerekiyor. Emperyalizmin, komünizme karşı mücadelede İslamcı gericilik kalkanı olarak örgütlediği, yeşil kuşak projesinin en önemli aktörlerindendir Fettullah Gülen. 1963’te Erzurum Komünizmle Mücadele Derneği’nin kurucusudur. Antikomünizmin ülke topraklarındaki örgütleyicilerindendir. CIA ile ilişkileri o dönemden beri bilinir. “Savaşta her yol mubahtır” anlayışını bütün hayatında tatbik etmiştir. O yüzden her döneme uyumludur. Öyle ki, “bu işlerin cübbe ve sarıkla olmayacağını” söylemiş, “Onun (TSK) süngüsü yüreğimize su serpmiştir” diyerek 1980 askeri faşist darbesini desteklemiştir. Gerektiği zaman türbanı bile çıkarttırmayı uygun bulmuş, 28 Şubat’ı neredeyse alkışlamıştır. Sağdan ve soldan birçok parti seçim dönemlerinde cemaatten oy almak için kapısını çalmıştır. Daha 1970’lerde söylediği “Hz Cebrail bile parti kursa ardından gitmem” sözü bu yüzden manidardır. Bu yapısıyla emperyalizmin ve Türkiye egemenlerinin gözdesi olmuştur. Dinler arası diyalog toplantılarında onu görürüz. İslamcı sermayeye ve CIA-MİT istihbarat ağlarına dayanan yüzlerce Fethullah Gülen okulu, özellikle Kafkaslarda ve “az gelişmiş” ülkelerde örgütlenmektedir.

Bu hızlı yükselişe rağmen Fethullah Gülen hareketi zirve noktasına son on yılda ulaştı. Her dönem sağdan ve soldan bütün partilere yapılan yatırım AKP’nin kuruluşuyla birlikte buraya yönlendirildi. Cemaat, Ordudan polise, devlet bürokrasisine, eğitim ve sağlık hizmetleri gibi birçok alana köklü biçimde yerleşti.

Bu devletleşme ve toplumsallaşma süreci devam ediyor. Kendi müritleri dışında toplumun aynı zamanda büyük kesimi tarafından da pek sevilmeyen Gülen artık bütün topluma kabul ettirilmeye çalışılıyor. “Adam okul yapıyor, hayır yapıyor” gibisinden Fethullah propagandalarına her yerde rastlanması olası. Öyle ki, bakanlar, başbakanlar Fethullah okullarında siyahi öğrencilerin istiklal marşı okumasıyla gözyaşlarına gark oluyorlar. (Acaba aynı kişiler Türkiye’deki yabancı okullarda okuyanlar yabancı ülkelerin marşlarını okusalar ne hissedecekler.)

Böyle olunca Fethullah ve cemaati hakkında kimsecikler ileri geri konuşamaz hale geliyor. Onlardan olmayanlar bile durumu kerhen kabullenmek zorunda kalıyor.

Bu gündelik halin dışında Gülen cemaati siyasal alanda aldığı inisiyatifle bazen AKP’yi bile zorluyor. Geçtiğimiz günlerde gerçekleşen Gülen operasyonunu bu açıdan değerlendirmek anlamlı olacaktır. Son yıllarda kendisi söylemeyip söyletmeyi tercih eden Fethullah Gülen, 8 Nisan’da ekranlara çıkıp bu kez kendisi anlatmıştı. Gerçekleşebilecek provokasyonlardan bahsetmişti. Ardından Hazirandaki Ergenekon operasyonuyla “İrticayla mücadele belgesi” ortaya çıktı. Cemaat böylece kendisine karşı yapılabilecek bir hamleyi önceden önleyip, kendi hamlesini yapmış oldu.

Yani artık düzen içi güçler açısından Fethullah Gülen’in sarsılmaz bir meşruiyeti var. Sekiz, on yıl öncesinin salya sümük ağlayarak vaaz veren “alçakgönüllü vaizi”, şimdilerde öyle vakur, tepeden tepeden buyuruyor. Ordusundan, CHP’sine kimsecikler sesini çıkaramıyor. Konuşmalarını yayınlayan onu “rezil” eden televizyon ekranları aynı Gülen’i “vezir” yapıyor. Ama yetmez: o 21. yüzyılın çağdaş halifesi olma yolunda devam ediyor.

Rezaleti sempatik hale getirmek
Fethullah Gülen kadar siyasi güç sahibi olmasa da, İslamcı camianın önde gelen bir başka yüzü Cübbeli Ahmet Hoca’yı neredeyse tanımayan yok. Ahmet Hoca, Fatih Çarşamba doğumlu ve İsmail Ağa Cemaati’nden. Cübbeli lakabı küçük yaşlardan beri cübbe ve sarıklı gezmesinden dolayı takılmış. Genç yaşında bu kadar yükselmesi tıpkı Fethullah gibi hitabet yeteneğine bağlanıyor. Türkiye onu 1999’daki büyük depremden sonra tanıdı. Ne diyordu Cübbeli o dönemde: “faiz yuvaları, o gece ne oteller indi... Hep merkezlere vurdu. 70 fahişe bir otelde, çırılçıplak… Fuhuş sektörü Yalova, Çınarcık sahil boyları. Mevla, faiz ve zina yuvalarına vurdu."

Televizyonlardan hepimiz kanımız donarak izledik vaazları. Binlerce insanın ölmesi üzerinden söyledikleri hepimizi tiksindirdi. Gevrek sesiyle, “türban yasağına, imam hatiplilerin engellenmesine” bağladı depremi. Milyonları kâfir ilan etti. Ardından dönem dönem hep çıktı karşımıza. Bir vaazında “18 yaşına kadar gelinlik kız çocukları nasıl gidecek bu okullara. Hangisinin midesi bunu alıyor” diyordu. Sonra dolandırıcı Selçuk Parsadan’la cami yardımı için para topladıkları haberleri basında yer aldı.

Birçok lüks arabalarla çıktı karşımıza. Jet-skiyle Malta’da gördük bir ara kendisini. Her şeyi kitabına uydurabildiği her halinden belliydi. Diyordu ki Hoca “Doktorlar mecburen yüzme sporu vermişlerdir. Yüzme sünnettir. Biz denizlere gidemiyoruz. Karışık denizlerde, havuzlarda yüzemiyoruz. Sitelerin havuzuna giremiyoruz, erkek kadın karışıktır. Sırf erkek havuzuna da giremiyoruz, çünkü erkekler şortla yüzdükleri için avret yerleri açıktır. Erkeğe de bakmak haramdır. Bu sefer eve mecburen yüzme havuzu yapılmıştır. Kemik erimesi vardır ve bu sporları yapmazsam birkaç sene içinde hareket edemeyecek hale geleceğimi söylediler”.

Son dönem yine “esprili”, argo söylemlerle verdiği vaazlarıyla çıktı karşımıza. Görüntüleri milyonların izlediği söylendi. Artık devir de onların devri olduğundan “başarılı gazeteci” Fatih Altaylı bombayı patlattı. Cübbeli Ahmet ekranlarda boy gösterdi. Sarığıyla, sakalıyla, cübbesiyle ve bastonuyla. Belli ki, onlarca rezalete bulaşmamış gibi, geçmiş bir iki “yanlış anlaşılmış” vaazını düzetmek için fırsat veriliyordu. O da zaten gönüllüydü. Özür diledi deprem sonrası söyledikleri için. Barbi bebekler için “tahrik ediyor” açıklamasını düzeltti, öyle demek istememişti. Sonra sıralamaya başladı, bir bir anlattı. “İslam uleması” olarak milyonlara izlettirildi. Konuştukça konuştu. Hem kendisi mest oldu, hem Fatih Altaylı’yı mest etti. Cevap veremediği sorularda kıvırdı. Yetmedi ikinci hafta Murat Bardakçı’yla beraber ağırladılar Cüppeliyi. Vıcık vıcık gericiliği, sarığı, cübbeyi gözümüze gözümüze soktular. Tacizci Hüseyin Üzmez’i sordular, “kafir değil” dedi. “Kesinleşmiş bir durum olmadan bir şey söylenemez” dedi.

İbadetten Kuran’a, cinsel yaşama, mehdilik tartışmasına her şey hakkında konuştu. Konuştukça bu zihniyetin kadınları nasıl aşağılık varlıklar olarak gördüğüne bir kez daha şahit olduk.

Böylece Cüppeli Ahmet Hoca’yı şirin gösterme, herkese kabullendirme operasyonu başarıyla gerçekleşti. Depremden bahsederken şunları söyledi: "Tesadüf mü? İmam hatiplerin kapatılmasının ve Kur'an kurslarının kapatılmasının Resmi Gazete'deki çıkan kararı ne günmüş: 98 17 Ağustos. 17 Ağustos 99. 99'un 17 Ağustos'un da ne oluyor? Günü de mi rastlantı? Merkez üssü de mi rastlantı? Saati de mi rastlantı? Burada ince işler var. Allah depreme emretti, şuraya dokun, şuraya dokunma."

Aynı günler imam hatiplerin katsayı sorunu aşıldı. Rastlantı mı?

Bir başka “kahraman” Adnan Hoca ekranlarda
Aynı televizyon kanalının bir başka başarılı gazetecisi Fatih Altaylı’dan geri kalır mı? O da evrime karşı verdiği mücadeleyle gündemde olan, kendini mehdi ilan eden Adnan Hoca Lakaplı Adnan Oktar’ı televizyona çıkarttı.

Adnan Oktar 1978’de Mimar Sinan Üniversitesi’nde öğrenim görmeye başlayıp sonrasında okulu bitirmeyip, kendini tarikat işlerine vermiş bir şahsiyet. 1985’lerde gündeme gelmeye başlamasıyla diğer İslamcı cemaat ve tarikatlardan farklı olarak çevresine hep zengin ailelerden “genç, güzel ve yakışıklı” insanları topladı. Bilim Araştırma Vakfı (BAV) adıyla kurduğu yapılanma lüks otellerde konferanslar düzenledi. Atatürkçü, milliyetçi ve İslamcı bir söylem tutturmasıyla ‘80 sonrasının egemen devlet politikasıyla uyum gösteriyordu.

1990’lı yıllarda eğlence mekanlarında da görülür oldu. Yine bu yıllar manken, şarkıcı gibi ünlüler tarikata alınıyor, girmeyenler, cemaat hakkında olumsuz konuşanlar tehdit ve şantajlara maruz kalıyordu. Yaşam tarzı ve insan tipolojisiyle oldukça farklı özellikler gösteren Adnan Hoca ve cemaati elbette siyasetten uzak kalmadı. 1995’lerde RP’yi, sonraki yıllarda DYP’yi destekledi. 2000’de düzenlenen operasyonla ihtişamlı malikâneler, kirli ilişkiler ortalığa saçıldı.

Müritlerinden Oktar Babuna’nın yürüttüğü ilik toplama kampanyasının ise yolsuzluk olduğu geç de olsa anlaşıldı. Bu kampanyaya o zamanın Akit gazetesi de sayfa sayfa ilanlar yayınlayarak destek vermişti.

Son yıllarda ise evrim karşıtı mücadelesiyle sık sık karşılaşıyoruz. Bazen meydanlarda, bazen okullarda, hatta üniversitelerde görüyoruz. Yüzlerce “evrimi çürüten” kitabı bedavaya dağıtıyor. Bu arada sosyalizme saldırmayı da hiç ihmal etmiyor.

Her haliyle hastalıklı ruh halinin belirtilerini sergileyen “Hoca”, evrim teorisine saldırdığı kitaplarında Harun Yahya ismini kullanıyor. Seçim döneminde MHP’den adaylık söylentileri gündeme gelen ve son dönemde kendini Gülen cemaatini aklamaya ve evrim teorisini çürütmeye veren hızlı ulusalcı gazeteci Yiğit Bulut, Adnan Hoca ve müritlerini beş saat boyunca ağırladı. Ama ne bilimsellik! Her şey soruldu: biyoloji, big bang, Kuran ve İslam… Müritler ve hoca her şeyi bilmiş bilmiş cevapladı. İstemediği soruları cevaplamadı. Yiğit Bulut ıkına sıkına sorduğu sorularla “objektifliğini” sergiledi. Ve daha neler neler: "Evrim teorisi şeytanın ve masonların ateizmi savunmak için ortaya attıkları bir teoridir." "Dünyayı Allah yarattı. Hiçbir şey yoktan var olmaz. Dünya tesadüfen oluşmuştur demek deli saçmasıdır. Yedi yaşında çocuğa sorsanız olmaz öyle şey der.""Materyalizm pagan dinidir.” En bilimseli de, "Bilim adamları sizin gördüklerinizi nasıl göremiyor peki?" sorusuna verilen cevaptı: "Onları Allah öyle yarattı da ondan."

Adnan Hoca, Mehdi tartışmasına da değinerek mehdi olmadığını söyledi. Böylece toplumun gözünde “meczup” olmaktan kurtarılmış oldu. Mehdiyim diye dolanan bir insanı kim dikkate alır? "Dabbetül arz” nedir?" sorusuna cevap ise trajikomikti: "Dabbetül arz önünüzdeki bilgisayardır. Bilgisayar da topraktan, yani alüminyumdan yapılmıştır ve konuşuyor, aynen İslam'da tarif edildiği gibi" dedi.

Böylece Adnan Hoca da Cübbelinin hemen arkasından medyada boy gösterdi. Tesadüf mü? Okullarda Adnan Hoca’nın derneklerince düzenlenen konferanslar, belediyeler tarafından dağıtılan saçma sapan Harun Yahya kitapları, sağa sola arada bir açılan çakma fosil sergileri ne kadar tesadüfse, bu şahsiyetin televizyonda boy göstermesi o kadar tesadüf olsa gerek.

Hükümet AKP olunca, model ılımlı İslam olunca, TÜBİTAK’ta bile Darvin sansürlenince, dinci-gerici zihniyetlere televizyon ekranlarından toplumsallaşma-popülerleşme kanalı açmanın neresi abes Allah aşkına!

Bu gidişe kim dur diyebilir?
Tüm bu yaşananlara karşı her dönem “laiklik elden gidiyor, cumhuriyet elden gidiyor, Atatürk, Kemalizm” diye feveran edenler, şimdi seslerini çıkarmıyor. Hepsi duruma uyum göstermiş gibi görünüyor.

Gericiliğe karşı gerçek mücadele potansiyeli taşıyan solda ise bu konuda ciddi zaaflar mevcut. Öyle ki, kimimiz siyasal İslam’a anti emperyalist misyon yüklüyoruz, kimimiz sadece kendileri söz konusu olduğunda dillerinden düşürmedikleri özgürlük, demokrasi söylemlerini gerçek anlamlarıyla kullandıklarını kabul ediyoruz, işbirliği yapıyoruz. Kimimiz ise egemenlerin çatışma argümanı laik-şeriat tartışmalarından beslenen söylemden esinlenip sadece yobaz dinciliğe karşı mücadele olarak algılıyoruz gericiliğe karşı mücadeleyi.

Diğer yandan yıllardır egemen, faşizan laikçi söylem solun gericiliğe karşı tavır almasını bir anlamda frenliyor.

Oysa derdimizin çok ayrı olduğu açık değil mi? Biz elit bir azınlığın rahat yaşama alışkanlıklarını korumanın derdinde değiliz. Bugün toplum bir yandan neoliberal kapitalizmin sömürüsü altında her musibeti kaderden bilen, makarnaya, kömüre şükür eden, iddia edildiği gibi “yurttaş” değil, ümmet esasına göre yaşayan bireyler toplamı haline getiriliyor.
Bizler bir yandan ekmeğimizin, eşitliğin kavgasını vermeli, diğer yandan da “sosyalist bir aydınlanma” politikası geliştirmeli ve bunu toplumsal yaşamda hayata geçirmeliyiz.

Görmüyor muyuz? Çocuklarımız Cübbeli Ahmet’in sempatikliğine gülmeye, hatta onu taklit etmeye, Fethullah Gülen’in salya sümük ağlamalarıyla hüzünlenmeye, Adnan Hoca’nın evrim karşıtı safsatalarının anlatıldığı kitapları okumaya başladılar.

Onların suçu mu?

Tüm bunlar olurken alternatif olarak bir program düşündük mü? Mahallerimizin sokaklarından her gün onlarca çocuk ellerinde Elif Ba’larla camilere koşuyorlar. Bu çocuklara iyiyi, doğruyu, özgür ve bilimsel düşünmeyi nasıl öğretiriz diye düşündük mü? Soru yanlış olabilir. Düzeltiyorum. Bir şey yaptık mı?


* “Kıyamete çok yakın çıkacağına inanılan bu varlık, topraktan çıkacak, ya da topraktan