HES yandaşları yuh dedirtince! (Sabah gazetesi: Yola devam)

Taylan Kaya | Ct, 28/08/2010 - 14:25
  • Arttır
  • Eksilt
  • Normal

24 Ağustos tarihinde Sabah gazetesi Ankara ekinde Yelda Cumalıoğlu imzası ile bir yazı yayınlandı. Cumalıoğlu’nun “HES karşıtları pes dedirtince” başlıklı yazısında ülkemizin dört bir yanını saran hidroelektrik santral (HES) projelerine karşı yürütülen mücadeleler hedef alınıyor. Halk muhalefetine takılan pek çok HES projesi bulunan Çalık grubunun Sabah gazetesinde böyle bir yazı yayınlanmasına elbette şaşırmadık. İlgili yazı HES’lere ve HES karşıtı mücadeleye dair bireysel bir değerlendirmeden öte, HES’lere karşı doğayı ve yaşamı savunanlara bir saldırı niteliği taşıyor. Aşağıdaki yazı, bu tür çarpıtmaları yanıtsız bırakmamak için kaleme alındı.

Hidroelektrik santral projelerinin, ülke çapında uygulamaya geçmesiyle eş zamanlı olarak, HES’lere karşı yerel mücadeleler de açığa çıktı. Özellikle son dört yıllık zaman dilimi içerisinde, birçok vadide HES yapımına karşı çıkan köylüler oluşturdukları yerel örgütlenmelerde bir araya gelirken, bazılarında da HES şirketlerinin temsilcilerinin söylemleriyle ikna olan insanlar kendi vadilerinde HES yapımına onay verdiler. Tabii ikna olmak için “çam sakızı, çoban armağanı” hediyelerin belirleyici etkisinden de bahsetmek lazım. İkna olmayan vadileri sindirmek için ise, başka türlü yöntemler devreye sokuldu. Görsel ve yazılı basın yoluyla, HES’lerin ülkemiz için “hayati” bir ihtiyaç olduğu fikri işlenerek, HES karşıtı mücadelenin köşeye sıkıştırılması da bu yöntemlerden biri olarak kullanılıyor. Konu, HES bahanesiyle suya el koymak gibi, savunulacak yanı olmayan bir konu olunca, bu tarz girişimlerin, gerçekdışı bilgileri ve karaçalma yöntemlerini barındırması kaçınılmaz oluyor. Ele aldığımız yazı da bu içerikle donatılmış bir örnek.

Yelda Cumalıoğlu, yazısının ilk paragrafında HES projelerini masumlaştırma çabası içerisine giriyor. Ancak, HES’lerin doğaya verdiği zararlardan bahsetmeden de geçemiyor:

Kısaca, su belirli bir yükseklikten düşürülüyor ve düşme sonucu oluşan kinetik enerji türbin çarklarına alınıyor. Oradan da ona bağlı motorun dönmesi ile elektrik enerjisi oluşuyor… Santrallerin kurulduğu yerlerde projeye göre doğal kaynaklar zarar görebiliyor, tarihi ve kültürel yerler yok olabiliyor, kanal açabilmek için kesilen ağaçlar ve yok edilen ormanlar ile geri dönüşü çok zor olan bir yola giriliyor. Zeugma örneğindeki gibi.
Ancak doğru proje ile (doğaya, tarihi yerlere zarar vermeden oluşturulan projeler) HES’ler santraller arasında çevreye en az zararı olan yapıdır… su düşer, elektrik çıkar.


Aslında, alıntı yapılan paragrafta anlatılan HES’lerin zararları dahi HES projelerine karşı olmaya yetecek kadar gerekçe oluşturuyor. Fakat ne yazık ki iş bu kadarla sınırlı değil. Evet. HES inşaatları sebebiyle binlerce ağaç kesiliyor, tarihi-kültürel yerler yok oluyor, doğal kaynaklar zarar görüyor. Ama aynı zamanda, akarsuların doğal yataklarından alınarak tünellere taşınması sebebiyle, akarsu vadilerindeki canlı türlerin yaşam alanları yok edilerek, binbir çeşit canlı ve yüzlerce endemik tür ölüme terk ediliyor. HES inşaatlarında, suyun tünellere alınacağı başlangıç noktalarına varıncaya kadar kat edilen kilometrelerce uzunluktaki alandan çıkan hafriyat, birçok HES inşaatında doğrudan vadi yataklarına dökülerek, “can suyu” dedikleri palavranın akacağı yatak dahi molozlarla dolduruluyor. HES şirketleri açtıkları tünellere yerleştirdikleri filtreler sayesinde, “taşı sıkıp suyunu çıkarır” misali yeraltı sularını, barajları doldurmak için tünellere çekiyorlar. Vadi yataklarındaki kanallarda yaptıkları katliamlarla yetinmeyenler, bu filtrelerle, tünellerin üzerinde bulunan bitki örtüsünün “cansuyunu", vampir gibi emiyorlar. Ayrıca, akarsuların tünellere alınması, suyun doğal yatağında akışı sırasında kazandığı zenginleşmeden mahrum bırakıyor. Tüneller, suyun oksijen açısından zenginleşmesinin de önüne geçerek, suyu adeta öldürüyor.

Yani, yazarın basitçe “su düşer, enerji çıkar”, diye özetlediği süreçte, doğa, yabanıl hayat ve su ölüyor, enerji çıkıyor!

…tahminlere göre ülke ekonomimiz birkaç yıl sonra elektrik ihtiyacımızı karşılayamayacak duruma gelecektir. 2009 yılı rakamlarına göre Rusya ve İran’dan aldığımız elektriğin bedeli 20 Milyar $’ın üzerindedir. Bu durumda ne yapılmalı?
Doğru yerler ve projeler özenle seçilerek halen sayısı 1500 olan HES’lerin sayısını artırmak gerekli.
Özellikle altını çiziyorum ki doğal hayatı en az etkileyecek projelerin seçimi çok önemlidir. Yoksa kaş yapayım derken, göz çıkarırız.


El insaf! Zaten ülkemizin dört bir yanında küçük büyük demeden, neredeyse bütün derelerin üzerine HES yapılmak isteniyor ve bu projelerin sayısı son bilgilere göre 2300’lere varmış durumda. Suyun adeta posasını çıkarmak üzere akarsuların birçoğu üzerinde, oldukça kısa mesafeler bırakılmak suretiyle birden fazla HES yapılması düşünülüyor. Ayrıca, bölgemizde süren HES inşaatları, şu haliyle bile büyük bir doğa katliamına imza atmış bulunuyor. HES inşaatının sürdüğü vadilerde, doğal yaşam ve bitki örtüsü iş makinelerinin tırnakları arasında, deyim yerindeyse inim inim inletiliyor. Gürül gürül akan dere yataklarına “gümbür gümbür” kayalar yuvarlanıyor. Doğu Karadeniz’ in eşsiz güzellikteki vadileri, koca koca şantiyelere çevriliyor. Bir yamaca bakıyorsunuz, yeşilinin büyüsüyle insanı mest eden doğa; başka bir yamaca bakıyorsunuz, kesilen binlerce ağaçla, toz toprakla, taş yığınlarıyla, insanı kahreden bir katliam. Birileri, hala “kaş yaparken göz çıkarmamaktan” bahsederken, doğanın kalbine hançer saplanıyor!

Radikal mi?
Yazar, HESlere bakış açısını yazısının başlarında aktardıktan sonra, sözü yazının asıl hedefi olan HES karşıtlarına getiriyor:

Ancak ülkemizde tipi ne olursa olsun, oldukça radikal santral karşıtları bulunmakta. Bu radikaller, HES’lerin yapıldığı yerlerde olay çıkarıyor, gösteri düzenliyor, pankartlar asıyorlar ve bir halk harekatına neden oluyorlar… Artvin’in Şavşat ilçesinde santral yapan enerji şirketinin inşaat müdürü olan arkadaşım Fırat İşcan, radikal karşıtların kendisine yaşattıkları durumları bana anlatırken az kalsın küçük dilimi yutuyordum.

Neymiş? Radikal HES karşıtları varmış. Bunlar, olaylar çıkarıyor, gösteri düzenliyor, pankart asıyor, yumruklaşıyor ve bir de halk “harekatına” neden oluyorlarmış.

Belli ki, Fırat İşcan, arkadaşına “kendisine yaşatılanları” anlatmış ama kendisinin de çalışanı olduğu HES şirketlerinin bizlere yaşattıklarını anlatmamış. Oysa, HES’lere karşı vadilerini savunan insanlar, uzun zamandır HES şirketlerinin başlarına açtığı türlü zorluklarla baş etmeye çalışıyorlar. Neler yaşanmıyor ki! Muhtarlar tehdit edilerek, ruhsatlı silahları ellerinden alınmak isteniyor. Köylerinde HES yapılmasını istemeyen yoksul köylüler, kaymakamların yeşil kartlarını iptal etme tehdidiyle yüz yüze kalıyor. HES şantiyesinin yanından geçen köylüler, şantiyede çalışan işçiler tarafından dövülerek hastanelik ediliyor. HES inşaatını gezmek isteyen insanlara silah çekiliyor. HES karşıtı mücadelenin öncüleri silahlı çetelerin, “mafyaların” ölüm tehditlerine muhatap oluyor. Para dolu çantalarıyla ortalıkta dolaşan su hırsızları, köylüleri parayla satın almaya çalışıyor. Daha niceleri…

Arkadaşının anlattıklarını duyunca “küçük dilini yutan” yazarımız, bu anlatılanları duyunca fenalık geçirir mi bilinmez ama, bölgemizde insanları sindirmeye yönelik bu tür hamlelerin, resmi kurumların da ön açmasıyla yavaş yavaş sıradanlaşır hale geldiğini de belirtmemiz lazım.

Bölgemizin birçok yerinde, engelleme çabalarına rağmen, insanlar kitlesel olarak su ve yaşam hakkını savunurken, “radikallik” nitelemesini nasıl hak ettikleri ise merak konusu. Radikal kim gerçekten? Zorbalıkla, tehdit ve şantajla, adam satın almayla… her türlü hile hurdayla sularımıza el koymak isteyen bir avuç para babası mı? Yoksa, 8-9 bin nüfuslu ilçelerde, katılım sayılarının 4 -5 binleri bulduğu mitinglerde buluşarak derelerine ve yaşamlarına sahip çıkan insanlar mı? Hal böyleyken, yaşananları bir “halk harekatı” ( ne demekse) olarak ifade etmek yerine; derelerimize, doğamıza, yaşamımıza göz koyan para babalarının ve onların destekçisi siyasi iktidarların “talan harekatına” karşı, “yerel halk direnişleri” olarak ifade etmek daha isabetli olacak.

Tam burada -kimileri belki üzülecek ama- bir yanlışı da düzeltmek lazım. Yazar, “radikaller” olarak nitelediği bölge insanı için, “HES’lerin yapıldığı yererlerde olay çıkarıyorlar” diyor. Oysa, inanın bununla da yetinmiyorlar! HESlerin yapılmadığı yerlerde de “olay çıkarıyorlar”. Kimi zaman yumurta, kimi zaman babaanne değneği, kimi zaman da yuh sesleri eşliğinde çıkan bu “olaylar” sayesindedir ki, halen birçok vadiye tek bir kazma dahi vurulmamış olmasının gururunu yaşıyoruz.

Yaşamı savunmak; ah ne romantik!
Su ve yaşam hakkını savunanlara saldırgan üslup, garip sorularla sürdürülüyor:

Bu romantiklerin(!) kimi sermaye karşıtı, kimi siyasi, kimi de olay çıkarmak için tutulmuş. Üstelik bir de “Derelerin Kardeşliği Derneği” diye bir oluşum var bu bölgede… Hatta bu platformun Yürütme Kurulu Başkanı Mehmet Gürkan “sayıları her geçen gün artan HES projelerine karşı artık direnmekten başka çareleri kalmadığını belirterek, “Uluslararası sermaye Türkiye’deki yerli işbirlikçileri ile sularımıza saldırdı” dedi… bu çevreciler(!) toplantılarını, mitingleri, pankartları ve dev afişleri hangi mali kaynaktan sağlıyorlar?... hanginiz bir çevre örgütüne şimdiye kadar yardım yaptınız?... lösemili çocuklarla, kel aynak kuşlarının korunması arasında bir tercih yapmak zorunda kalsanız, hangisini seçerdiniz?

HES yapılması düşünülen vadilerde, çoluk çocuk, genç yaşlı demeden bütün insanların ayağa kalktığı bir durum söz konusu. Böylesine kitlesel ve geniş katılımın sağlandığı birlikteliklerde, haliyle farklı duyarlılıklarla bu mücadeleye omuz verenler olacaktır, olsun. Yaşamın her alanını yağma etmek üzere uygulamaya konan neoliberal politikalar döneminde, piyasacı zihniyetle su siyaseti yapmak hak iken; buna karşı, “su ve yaşam hakkı” siyaseti yapmak kötü bir şey öyle mi? Sermaye, yaşam alanlarımızı talan etmeye, suyumuzu elimizden almaya niyetlenmişse, sermaye karşıtı olmak doğayı ve yaşamı sahiplenmekle eş anlam kazanmıyor mu?

Olay çıkarmak üzere adam tutmak konusunda HES şirketlerinin marifeti olduğunu biliyoruz da, kendi deresini savunan köylüler “adam tutmaya” niye gerek duysun ki? Zaten bu şirketler, iş makinelerini önlerine katıp inatla vadilere doğru yol almaya çalışmadıkları sürece “olay çıkma” ihtimali yok. Ayrıca, her vadide değneğiyle deresinin başında bekleyen en az birkaç nine varken, adam tutmak da neymiş! Buralarda, insanların suyuna göz koymak, hayatına kast etmekle aynı anlama gelir. Buna rağmen insanlar, hayatlarına kastedenlere karşı mücadelede sağduyuyu ellerinden hiç bırakmadılar. Düşünün ki bir köyün ortasında köyün üç genci “HES’çiler” tarafından dövülerek hastanelik edildi ve ona rağmen insanlar bu yapılanı protesto etmekten, kamuoyuna şikayet etmekten başka bir şey yapmadılar. Daha fazla söz söylemeye gerek var mı?

İnsanların kuşku ile bakması için en çok işe yarayan yöntemlerden biri olduğu için yazar, mücadele eden insanların maddi kaynaklarını sorguluyor. Oysa, HES’lere karşı yapılan mitinglere katılan herkes, bir kamyon kasasının üzerinde, bir iki ses kolonuyla insanların isyanlarını haykırdıklarını görebilirler. Haydi “iyi niyetle” düşünelim. Gazeteci gerçekten HES’lere karşı mücadele edenlerin bu mücadelenin ihtiyaçlarını nasıl karşıladıklarını anlamamış olsun. Öyle ya birilerinin maddi çıkar gözetmeden sadece yaşamı ve suyu savunmak için kendi olanaklarını mücadele için seferber edebileceği fikrinin onun düşünce dünyasında yeri yoktur. Bunlar “dayanışma” nedir bilmezler. Rize Salarha Vadisinde yapılan HES inşaatını durdurmak için açtığı davada bilirkişi parasını ödeyebilmek için ineğini satan Kazım abiyi tanımazlar. Fındıklı’da memur maaşıyla veya üç kuruşluk çay paralarıyla çocuklarını okutmaya çalışan ama yeri geldiğinde çocuklarından kısıp afiş, bildiri bastıran vadi vadi dolaşan Fındıklı Derelerini Koruma Platformu üyelerini tanımazlar. Bırakın da, bu büyük talana karşı, beş-on pankart ve bir miktar afişe harcayabilecek kadar paramız da olsun!

Derelerin kardeşliğine düşmanlık niye?
Derelerin Kardeşliği Platformu, farklı yerlerde HES’lere karşı mücadele eden insanların bir araya geldiği platformdur. Bu platform sayesinde, HES’lere dair en ufak bilgisi dahi olmayan onlarca köyde insanlar, olan biteni kendisini topluma adamış bilim insanlarından öğrenme imkanına sahip oldu. Yine birçok HES projesinin iptali için gereken hukuki destek, Derelerin Kardeşliği Platformu’nun gönüllü avukatları sayesinde sağlandı ve bu sayede birçok HES projesi iptal edilebildi. Derelerin Kardeşliği Platformu’nun yürütme kurulu başkanı Mehmet Gürkan’ın adını ve mücadelenin geldiği noktaya dair söylediği cümleyi, sanki çok “korkunç” bir şey söylemiş gibi öne çıkarmak, bir eğitimci olarak, olması gereken yerde halkın yanında saf tutan Mehmet Hoca’yı –bilerek veya bilmeyerek- ortalıkta kol gezen çete bozuntularına hedef göstermektir.

Köylerde yaşayan, kendi ilçe merkezlerine bile ayda yılda bir inen, çoğunlukla ektiğini biçerek sofrasına koyan insanlara, “çevre örgütlerine destek oldunuz mu?” diye sormak saçma; lösemili çocuklar ile kelaynak kuşları arasında bir tercih yapılmasını istemek ise ayıptır. Ama eğer çevreci örgütlerden kasıt, dünyamızı mahveden çokuluslu şirketlerden ve diğer fonlardan beslenen sözüm ona çevreci örgütler ise; destek değil, köstek olacağımız kesindir. Hem, ısrarla söylüyoruz bu mücadelenin safi bir çevre mücadelesi değil; aynı zamanda “su ve yaşam hakkı” mücadelesi olduğunu.

Müthiş eğitimli, fena halde öfkeliyiz!
"Üstelik halkımız çevreci olacak kadar eğitimli ve kültürlü mü? Şehirlerimizin göbeğinde yaşayan ve üniversite mezunu bile olanlar arasında hala arabasından yola pet şişe atandan tutun, yerlere tüküren, piknikte yediği yemeğin çöpünü orada bırakıp gidenlerin sayısı yadsınmayacak kadar çok değil mi? Peki nedir bu HES karşıtlığının altında yatanlar?"

Ülkemizde, çevre konusunda yeterli bir duyarlılık olmadığı bir gerçektir. Bunu değişik nedenlere bağlayabiliriz. Ancak toplumun çevreye olan duyarsızlığından şikayetçi olurken, bu tespitin HES’lere meşruluk kazandırmak için kullanılmasına ne diyeceğiz? Yaşam alanına saldırı olan ve direnme imkanı olan bütün canlılar ilk başta direnme yolunu seçerler. Yani, insanların yaşamlarına apaçık bir saldırı olan HES projelerine karşı gelmek için, “eğitimli ve kültürlü” olma kriterlerini aramak, yer çekiminin bile etkisini yitirdiği bir yükseklikten topluma bakmaktan başka bir şey değil! Yine de, halkın eğitim ve kültür seviyesini beğenmeyenlerin, bölge çapında birçok köyde insanlarımızın, “HES’ler, çevre ve su politikaları” konusunda uzmanlaşmış bilim insanlarından gerekli “eğitimi” aldıklarını bilmesinde fayda var. Bu sayede, yerel halkın büyük çoğunluğu, HES meselesinin sadece bir enerji ya da çevre meselesi olmadığını çok iyi biliyor.

HES projeleri esas olarak, suya el koyma projeleridir. Çünkü HES yapmak üzere lisans alan şirketlere suyun kullanım hakkı da devredilmektedir. Böylece tarımdan, ev içi ihtiyaçlara, yaşamın her alanında suyu kullanan insanların suya erişimi şirket sahiplerinin inisiyatifine bırakılacak. Yani, başbakanın sıkça kullandığı “Su akar Türk bakar” sözünden hareketle birileri sularımızı ele geçirmeyi başarabilirse, “su barajlara akacak, halk bakacak”. Bu arada bir avuç azınlık da servetine servet katacak. Su kaynaklarımızın sermayeye devri, uzun vadede, tarımsal faaliyetleri de etkileyerek, insanları yaşadıkları yerlerden göç etmek zorunda bırakacak. Halk, işte bunların farkındadır ve bunlara karşı direnmektedir. Evet. İnsanlar, formal eğitim kurumlarının bütün aşamalarından geçmekten mahrum bırakılmış olabilir belki, ama bu onurlu direniş, doğaya, suya ve yaşama sahip çıkma bilincinin ispatı değil de nedir?

Kahretsin, yine dış mihraklar!
Hali hazır HES projeleri tamamlandığında Türkiye’nin enerjiye ödediği harcama miktarı yılda 6.5 milyar $ düşecek. Peki sizce bu durum kimin veya kimlerin işine gelmeyecek? Soruyu daha da açarsak yurt dışına enerji karşılığında gönderdiğimiz miktarın düşmesi hangi ülkeleri etkileyecek?

Bilim insanlarının ve ilgili meslek örgütlerinin verilerine göre, HES’lerle hedeflenen enerji üretiminden çok daha fazlası, iletim hatlarının onarılmasıyla kayıp kaçaktan tasarruf edilebiliyor. Öte yandan sadece ülkemizin ulaşım politikasını değiştirmekle, çok büyük bir enerji ihtiyacından sıyrılabileceğimizi bilmek için çok fazla “eğitimli ve kültürlü” olmaya da gerek yok. Daha dün Karadeniz’in katli pahasına yapılan karayollarında bu kör ulaşım politikalarından kaynaklı, gereksiz yere ne kadar yolcu otobüsünün ne kadar otomobilin… yani lastiğinin, yani plastiğin, yani yakıtın, yani demirin-çeliğin seyir halinde olduğunun, yol kenarında “araba sayma” oynayan çocuklarımız bile farkına varmıştır.

Evinde bir ampül ve belki on yıldır ancak tanıştığı elektrikli ev aletlerinin dışında enerji tüketmeyen insanlara enerji ihtiyacından bahsetmek hiç gerçekçi değil. O zaman sormak lazım bu bahsedilen “enerji ihtiyacı kimin ihtiyacı.” Halk, zaten neyi varsa verdi bu ülkeye. Karşılığında ne aldı? Parası olmadan hastane kapılarından geçemeyen, kendi kaynaklarıyla yapılan okullarda çocuğunu okutmak için para vermek zorunda kalan, her şeye vergi ödediği halde “kamu” hizmetlerinin tamamı için artık para ödeyen insanlardan ne istiyorsunuz? Bu topraklarda insanların büyük çoğunluğu, bırakınız ülkesini, yaşadığı bölgeyi bile tanıma imkanı bulamadan hayata veda ederken, şimdi elinde son kalana; yaşadığı toprağa ve suya göz dikiyorsunuz! Bu tam bir yüzsüzlük!

Tartışma, istemesek de bizi düzen sorgulamasına götürüyor. Ama, çok “siyasi” olmamak için sözlerimize son verelim.

Yelda Cumalıoğlu yazısını şöyle sonlanıyor: “Ekonomimize sahip çıkma zamanı gelmedi mi? PES yani...

Suyumuza, toprağımıza, geleceğimize… ülkemize sahip çıkma zamanı gelmedi mi?

Yuh yani!

* Taylan KAYA
Halkevleri Doğu Karadeniz Bölge Temsilcisi