Dudaklarımı kanatırcasına ısırıyorum günlerdir
her sözcük dilimin ucunda küfre dönüyor çünkü
Bir gök gürlese bari diyorum bir sağanak patlasa
bitse bu sessizlik, bu kirli yapışkanlık bitse
ama bir tufan az mı gelir yoksa yine de
yırtılan ve parçalanan bir şeyler olmalı mutlaka
hiç durmadan yırtılan ve parçalanan bir şeyler
Ahmet Telli, ‘Belki Yine Gelirim' şiirinin girişinde duyarsızlığa bu sözlerle isyan etmişti. Şiirin bir yerlerinde de şöyle demişti: ‘Hangi duvar yıkılmaz sorular doğruysa…’ . Şimdi yaşadığımız tufanın ardından, sel gitti kumu kaldı işte, bir de sorular. Yine işe doğru soruları sormakla başlayıp, doğru cevaplara ulaşmadıkça ne duvarları yıkabiliriz, ne de sel sularında boğulmaktan kurtulabiliriz.
Sel Trakya ve İstanbul’a iki gün boyunca yıkım ve ölüm getirirken ardında bıraktığı yıkım tablosu gazete sayfalarında, televizyon ekranlarında santim santim ele alınıyor. Yaşanan tüm ‘felaketlerin’ ardından olduğu gibi bu seferde her ölümde; kentleşmesinden çalışma yaşamına, yerel yönetiminden siyasi iktidarına kadar sistemin sorumlu tutulması yerine, ölülerin kendileri bir kez daha kurban ediliyor, sorumlularsa yalancıktan lanetleniyor.
Yaklaşık on ülkeye ihracat yapan Pameks Tekstil’in selde hayatını kaybeden 7 kadın işçi; Nebahat Salkım, Nuriye Can, Bircan Karataş, Özlem Ünal, Fikriye Öztürk, Altun Yüksek ve Naciye Karadeniz için de süreç böyle işleyecek ve yaşananların adı mukadderat olacak. Yaşarken kurtulamadıkları yazgıları elbet ölümlerinde de değişmeyecek. Firmanın kadın işçiler için uygun gördüğü yük taşıtından inemeyerek sele kapılan yedi kadın işçi için de ilk hesap sorulası merciinin servisin şoförü olarak bellenmesi/belirlenmesi ve şoförün gözaltına alınması şüphelerimizi fazlasıyla doğruluyor.
Zincirin ucundan yakalamak yetmiyor
Evet. Sorumlular bulunsun hesap sorulsun. Fakat yaşanılan her ‘felaketten’ sonra, “hesap vermesi istenilen sorumlular kimdir” sorusuna verilen cevap, çemberin ilk halkasından öteye gidemiyor, ölümler hep “faili meçhul” kalıyor. Oysa kadın işçilerin ölümüyle bir anda apaçık görünür hale gelen insanlık dışı çalıştırma koşulları zaten neo-liberal çağın temel çalıştırma biçiminin kendisi değil mi? Düşük maliyet stratejileri, daha fazla kar için iş gücünü ucuza çalıştırmayla yetinmeyerek, kreşten servise, yemekten yol yardımına kadar tüm hakları kırpma, gasp etme, iş sağlığı ve güvenliği için masrafa girmemeye dayanmıyor mu? Demek ki tüm dünyaya bu insanlık dışı çalışma koşullarını dayatan uluslararası tekeller sorumlular zinciri halkasının en tepesinde oturmalı. Demek ki ortada olan “faili meçhul” bir cinayet değil.
Kayıt dışı çalıştırmanın ana çalıştırma biçimi olduğu neo-liberal düzende sayıları sadece tahmin edilebilen milyonlarca kadın tüm dünyada evlerde, atölyelerde, işliklerde ve fabrikalarda temel sosyal ve ekonomik hakları gasp edilerek çalıştırılıyor. Tıpkı Pameks Tekstil’de çalışan kız kardeşlerimiz gibi gayri insanı muameleye maruz kalıyor. Çoğu zaman eşya gibi oradan oraya taşınıyorlar. Hatta Çin’de, Afrika’da ve Asya’nın bazı bölgelerinde çalıştırılmak üzere alınıp satılıyorlar. Kadın emeğinin bu denli ucuz olmasında, kadınların gayri insanı koşullarda çalıştırılabilmesinde ve her şeyden öte mal gibi alınıp satılabilmesinde en büyük dayanak ataerkil toplumsal ilişkiler değil mi? Kadının toplumdaki ikincil konumu kadın emeğini ucuzlatırken, kadına karşı her türlü aşağılama yine erkeklerin ‘hakkı’ haline gelmiyor mu?
Büyük trajediler olmadığı sürece görünmez olan yüz binlerce kadın işçi selle yangınla olmasa bile ağır çalıştırma koşulları altında meslek hastalıkları, kanser, solunum yolu hastalıkları, eklem ve romatizmal hastalıklara yakalanma tehlikesiyle yüz yüze çalışıyor. Ölüm sırasının kendilerine gelmesini bekliyorlar. Tüm bunların sorumluluğu, gücünü neo-liberalizmden ve ataerkiden alan patronlara ait. Sorumlular zincirinin üçüncü halkası bu koşullarda işçi çalıştıran patronlar değil mi?
Ağır çalıştırma biçimlerine ve hak ihlallerine göz yuman siyasi iktidarlar, çalışma bakanlığı ve bürokratlarının da sorumluluğa ortak olduklarını güçlü bir biçimde hatırlatmak gerekiyor.
Bursa’da yandık, Ceylanpınar’da boğulduk
Yüz binlerce kadın işçi ağır çalıştırma koşulları yetmiyor bir de gayri insani muameleyle karşı karşıya kalıyor. İşçi kadınları bir yük gibi taşıtan işveren ölümlü bir trajediyle teşhir olsa da biz onun zihniyetini Antalya’da taşeron kadın işçiye “bunlardan fuhuş bile bekleyeceksin” diyen başhekimden, kadın işçilerinin hamileliğini bile sıraya koyan Novamed patronundan, tuvalete gitmesin diye kasiyerlerini bezleten market patronundan tanıyoruz. Tüm bunlara karşı sadece emeğimizin karşılığını değil insanca çalıştırılma hakkımızı da savunarak mücadele etmemiz gerektiğini görüyoruz.
Kadın işçilerin dün yaşanan sel felaketiyle bir kez daha açığa çıkan insanlık dışı çalışma koşulları, ne on binlerce yıllık ataerkil toplumun ne yüzlerce yıllık kapitalist toplumun tarihindeki ilk ve son örnekler.
Köle olarak, cadı olara, şeytan olarak binlerce yıldır katledilen kadınlar neo liberal çağda artık metafizik safsatalardan ziyade ağır çalışma biçimleriyle katlediliyorlar.
Selde boğulan kadın işçiler sadece son dört yılda yaşanan üçüncü büyük katliamın kurbanları.
2005 yılında Bursa’da bir tekstil atölyesinde gece mesaisindeyken çıkan yangında 5 kadın işçi hayatını kaybetmişti. Gece vardiyasında fabrika kapısı üzerlerine kilitli olduğu için yangından kaçamayan Ayşe, Sadife, Gülden, Sevgi ve Necla acımasızca ölüme terk edilmişti.
2007 yılının Şubat ayında Şanlıurfa Ceylanpınar Tarım İşletmesi'nde çalışan kadınları taşıyan kamyonet nehire uçmuş yine 10 kadın hayatını kaybetmişti.
Neo-liberalizmin emek ve kadın düşmanı yüzünü açık etmek için doğru sorular sormak yetmeyecek. Doğru cevaplar vermek, mücadeleyi güçlendirmek, kapitalizm ve ataerkiye karşı verilen mücadeleyi birlikte ve kararlılıkla örmek kaybettiğimiz onlarca kadının anısını saygıyla anmanın ilk koşulu ve bizim ölen kadın işçilere karşı kız kardeşlik borcumuz.