Halkevleri Genel Başkanı İlknur Birol'un 21. Olağan Genel Kurul açılış konuşması

Pt, 24/05/2010 - 20:57
  • Arttır
  • Eksilt
  • Normal

Sayın divan, 

Çok değerli konuklar, 

Ve bu salona mücadelenin içinden süzülerek gelen yol arkadaşlarım, Halkevciler, 

Halkın Hakları Kongresi'ne hoş geldiniz. 

Hepinizi Merkez Yürütme Kurulumuz adına saygıyla selamlıyorum, 

Konuşmama bu tarihsel örgütün geçen yıl kaybettiğimiz onursal genel başkanı olan Ahmet Yıldız'ı saygıyla anarak başlamak istiyorum. Onun faşizmin mahkemelerinde, sokaklarda, kitaplarda bize bıraktığı onurlu direniş çizgisine layık olmaya çalışan Halkevciler tarafından unutulmayacağını ifade etmek istiyorum. 

Gençlerin sokak ortalarında öldürüldüğü, katledildiği her insanlık dışı saldırı karşısında Ahmet Yıldız gibi davranacak cesur olacak, atak olacağız. Muğla da sokak ortasında öldürülen Şerzan'ın ve Şerzan gibi ölenlerin sahipsiz olmadığını inatla göstereceğiz. 

Zonguldak'ta ölüme sürülen, ölüme yargılanan madenci kardeşlerimizin anısı önünde;  onlara ölümü “kader” biçen sömürgeci uşaklarına duyduğumuz öfkeyle devam etmek istiyorum sözlerime. 

Zonguldak'ta yaktığınız yüreklerimizin ateşi, kavgamızın anlamını bir kez daha aydınlattı.  

Yavuz “hırsız”ın, yürek yangınını “edepsizlik”le suçlayan şirretliğinde bir kez daha anladık hangi canavarın dişleri arasında olduğumuzu.  

Bir kez daha anladık, en basit ve en temel haklar için girdiğimiz mücadelenin bu canavarlık düzenini kökünden sorgulayan, canevinden vuran bir büyük insanlık kavgası olduğunu.

Bu ülkede madenlerde, tersanelerde, servislerde, işyerlerinde işçiler sinekler gibi ölüyor;  

İktidar delileri 30 yılda 40 bin canımıza kıyarak aklımızı ırkçılıkla, Kürt düşmanlığıyla gericilikle başımızdan alıyor;     

Paralı eğitim mağduru gençler intihara sürükleniyor;  

Sağlık ticareti bebeklerimizin kanına giriyor;  

Enerji şirketleri, petrol şirketleri, altın şirketleri, tarım tekelleri hayatın kaynaklarını, suyu, toprağı, canlı varlığı yok ediyor.   

Yaratılan akıldışı, şiddet düşkünü, tüketici, gerici toplumun harcı, “kadın cinayetleri”yle karılıyor.  

Bu düzen, bu yeni sömürgecilik düzeni, bu neo-liberal cellatlık düzeni, bir ölüm düzenidir

“Hayır” diyoruz! 

Hayır, bu ölümler bizim “kaderimiz” değil, sizin cinayetlerinizdir! 

Hayır, kaderi “ölüm” olan biz değiliz, sizin bu alçakça düzeninizdir! 

Hayır, bizi sonsuza kadar toprağın dibine gömemeyeceksiniz, sizi ve sizin düzeninizi biz yoksullar, emekçiler, eşitlik ve özgürlük sevdalıları yıkacağız, yokedeceğiz ve yerin yedi kat dibine gömeceğiz. 

Meydanı boş sanıyordunuz ama hayır;  meydan boş değil.  

Biz varız! 

Yıllardır biriktirdiğimiz öfkemizle, ezilmişliğe isyanımızla, en umulmadık anda  hesap bozan direnişlerimizle, 32 yıl sonra yine yüzbinler  olarak aktığımız Taksim'de, 1 Mayıs alanında gördüğünüz gibi biz varız! 

8 yıllık AKP icraatlarının, saldırganlıkta sınır tanımayan tutumlarına Ankara sokaklarından ve Türkiye'nin dört bir yanından direnişle cevap veren Tekel işçileri, güvencesizleştirmenin ağır mağdurları, taşeron işçileri, sağlıkçılar, itfaiyeciler, inşaat işçileri, örgütlü-örgütsüz emekçiler, emeğine, bedenine saldırganlıkların hunharca devam ettiği kadınlar, gelecekleri bir bir ellerinden alınan gençler, yıllardır savaş ve çatışmalarla susturulmaya çalışan Kürtler, her geçen gün yaşamı daha da zorlaşan yoksullar, kamu çalışanları, engelliler, set işçileri, sanatçılar, aydınların selinden yükselen haykırış hala kulaklarınızı çınlatıyor olmalı ki o gün bu gündür korkunuz dilinize vuruyor! 

Sizin dilinize vuran korku, bizim gönlümüze dolan umut oluyor, 

Ve büyük kavgamızın gönlümüze doldurduğu bu umut bize yepyeni bir dil kazandırıyor. Yepyeni bir dünyanın diliyle konuşuyoruz artık!  

Yoksulların, güvencesiz işçilerin, Kürtlerin, kadınların, geleceksizleştirilmiş gencin, kurutulmak istenen toprağın, yokedilmek istenen tarihin, iğdiş edilmek istenen tohumun, silinmek istenen tüm canlı hayatın isyan diliyle konuşmaya başlıyoruz karşınızda! 

Daha ilk isyan sözlerimizi işittiğinde, Başbakan dehşetle haykırıyor karşımızda;  

“Komünistler”! diyor bize.  

Madem ki “sabahları ve akşamları” ulaşım parasız olsun diyorsunuz, o zaman siz “komünistsiniz”! diyor Başbakan... 

Yüreğimize su serpiyorsunuz Sayın Başbakan, yüreğimize su serpiyorsunuz!... 

Sabahları ve akşamları ulaşımı ücretsiz hale getirmekle yıkılıverecek bir düzenin “vadesi” gelmiş de geçmiştir bile! 

Eğitim ve sağlık hizmetlerinin herkes için eşit ve parasız hale getirilmesiyle yıkılıverecek bir düzenin yaşamını sürdürmeye hakkı hiç yoktur! 

İnsanına temiz su veremeyen, ekmeğini kendi toprağından çıkaramayan, başını soktuğu evini kafasına yıkıp şehir dışına sürgün eden bir düzen “sudan sebeplerle” yıkılıverecek,  “bayat ekmek” kadar dayanıklı, “çerden çöpten” bir kıvamdadır! 

Sayın Başbakan hele bir durun; 

Daha ilk “hak” istemimizde “işte Komünizm” deyip “lafımızı ağzımıza tıkamayın”; bırakın lafımızın sonunu getirelim! 

Lafımızın sonunu getirelim ki, ezilenlerin, emekçilerin, yoksulların “yeni rüyası”nı, “halkın ve hakkın düzeni”ni, bugünün sosyalizmini şu rezil hayatlarımızın içinden gönül gözüyle süzüp orta yere koyuverelim! 

“Turuncular”!... 

Benim güzel, öfkeli, coşkulu, gözünü budaktan sakınmaz, elini korkak alıştırmayan, hakkının hukukunun sahibi, namusuna su katılmamış, dost, yoldaş, kavga arkadaşlarım, Halkevciler... 

Ne mutlu, ne mutlu bizlere ki, zalimin, alçağın kalbine korku salan bu yeni isyan dilini aramaya çıkan öncü kollarından biri olmayı başardık...

Üç yıl önce “Halkın Hakları Forumu” ile açtığımız kapıdan geçip, üç yıl sonra, yoksul halkın hak mücadeleleri cephelerinin ardı ardına açılışına dostlarımızla birlikte önayak olduk... 

Halkın, eğitim, sağlık, barınma, ulaşım, enerji, temiz su, beslenme, güvenceli iş, kimliğine saygı, barış içinde yaşama, iletişim hakkı. engelli hakları için açtığımız bayrakların altında hergün biraz daha fazla ezilen, yoksul, emekçi toplanıyor; her geçen gün bayraklarımıza yenileri ekleniyor; her gecen gün bayraklarımız aynı renkten başka bayraklarla aynı mücadele alanlarında bir araya geliyor... 

Geçtiğimiz üç yıl, hak mücadelelerinin, emeğin sermayenin düzenine karşı gelişen gerçek yıkıcı hareketinin, gerçek devrimci hareketinin ana kucakları olduğunu gösterdi. 

Emekçileri salt bir emek gücü satıcısına, bir üretim maliyetine, bir sayıya indirgemeye çalışan kapitalizm insanlığı ve yerküreyi yok oluşun eşiğine getiriyor. Biz şu anda yalnızca, insanlığın, insan varlığının sürdürülmesi için gerekli asgari şartların karşılanmasını istiyoruz. 

Ve düzenin sözcüleri, yeni sömürgeciliğin ülkemizdeki “külhanbeyleri”, bu asgari şartlarda “sermayenin yaşayamayacağını” söyleyerek saldırıyor bizlere! 

Sermayeyi yaşatmak için bize “ölün” diyorlar! 

Yani bize diyorlar ki “sizin yaşamak için istediklerinizi küreselleşmiş kapitalizmin, yeni sömürgeciliğin dünyası karşılayamaz”! 

Yani bize diyorlar ki “yaşamak için istediklerinizi ancak bir başka Türkiye'yi, bir başka dünyayı kurarak sağlayabilirsiniz” 

Yoksul halkla birlikte giriştiğimiz her hak mücadelesi sürecinde görüyoruz ki, halkın eğitim, sağlık, su, barınma, enerji gibi ihtiyaçlarının asgari yaşamsal ölçülerde karşılandığı bir düzen, ancak yeni bir düzen olabilir. Bu temel ihtiyaçlarımızla aramızdaki engel, ülkemizdeki sömürge tipi kapitalizmin ta kendisidir. Bu yeni sömürge kapitalizminin temelindeki mülkiyet ilişkilerine dokunulmadan bu temel haklarımıza ulaşabilmemiz mümkün değil! 

Pilavdan dönenin kaşığı kırılsın! 

Onurumuzla, gelecek kaygısı duymadan yaşamak için, çocuklarımıza yaşanabilir bir dünya bırakmak için bu düzeni değiştirmemiz gerekiyorsa vazgeçeceğimiz şey çocuklarımızın geleceği değil, bu yeni sömürgeci soygunculuk düzenidir. 

Bütün insanların gerçek ve yaşamsal ihtiyaçlarını yerine getirirken, doğayı ve yaşamı koruyan bir düzenin;  halkın üretimin ve tüketimin nasıl gerçekleştirileceğine demokratik yollarla karar verdiği bir düzenin geçmişte de tek adı vardı bugün de tek bir adı var: Sosyalizm.   

Kadınıyla erkeğiyle, Kürdüyle Türküyle, işçisiyle köylüsüyle, genciyle yaşlısıyla, engellisiyle eşit ve özgür birer yurttaş, gerçek birer insan olarak varlığımızı sürdürebilmemiz, ölüme karşı yaşamı savunabilmemiz, insanlığın ve dünyanın geleceğine sahip çıkmamızın yolu işte bu nedenlerle Gerze'de termik santrale karşı gaz bombaları altında direnen köylülerin, insanlık dışı koşullarda çalışmaya karşı örgütlenme mücadelesi veren işçilerin, çalışma ve kreş hakkı için direnen kadınların, mevsimlik göç yollarında hak mücadelesi veren Kürt işçilerin yollarının birleşmesinden geçiyor.

Halkın hak mücadelelerinin bir araya getirilmesinden geçiyor! 

İşte bunun için Genel Kurulumuzun başlıca hedefi  “Halkın Hakları Kongresi”ni toplamaktır. 

Halkın hak mücadelelerinin bir araya gelmesini istememizin nedeni, Halkevleri olarak yürüttüğümüz, içinde yer aldığımızı mücadele düzlemlerini birbirine eklemek değildir.  

Biz, yoksul halkın parasız eğitim ve sağlık için, enerji, temiz su ve barınma hakkı için; işçilerin, güvencesiz çalışma koşullarına teslim olmamak, güvencesiz çalışmayı yok etmek için; köylülerin toprağı, suyu ve hayatı korumak için; Kürt ve Türk halkının bir kardeşlik toplumunda birlikte yaşamak için açtıkları mücadele cephelerinin bir araya getirilmesinin Türkiye toplumu için gerçek bir yenilenme umudunun yeşertileceği verimli bir etkileşim ortamı olacağını düşünüyoruz. 

Neoliberal yeni sömürgecilik politikalarına karşı direnişlerin değişik cephelerinden bakılarak üretilecek bir “halk hareketleri birliği”, hem ülkemizdeki ilerici politik güçlerin toplumsal temelinin gelişmesi ve güçlenmesinin, hem de emekçi halkın kendi gerçek, tarihsel çıkarlarına uygun bir biçimde yeni bir politikleşme sürecine yönelmesinin etkili bir temeli olacaktır. 

Türkiye halkının, kendisine biçilen kadere “isyanı”nın en güçlü, en kucaklayıcı sesini duymaya ihtiyacı var! 

Çünkü 2001 Krizi ve ABD'nin Irak'ı istila süreci içerisinde yapılandırılarak Türkiye toplumuna empoze edilen AKP iktidarı, önümüze koyduğu yeni Anayasa ile 12 Eylül'ün esaret anayasasını “güncelleme”ye çalışıyor.  

12 Eylül Anayasası'nı “demokratikleştirme” yalanıyla önümüze koydukları “referandum”, neo-liberal yeni sömürgecilik politikalarının Anayasal “yama”sından başka bir şey değildir.  

İşte bu yüzden bizler 12 Eylül 1980 Anayasası'na da, aynı emek düşmanı, gerici, faşist, otoriter, özü koruyan ve pekiştiren 12 Eylül 2010 Anayasası girişimine de hayır diyoruz. Ancak sadece hayır demekle kalmıyoruz. Kendi şartlarımızı, halkın şartlarını da bu süreçte haykırmanın önemine dikkat çekiyoruz. 

Çünkü “Anayasal yama”nın halk için yaratacağı sonuçlar,  “düzen içi muhalefet”in umurunda dahi değil! Sözde muhalefetin tek kaygısı “devlet”in bekası, “rejim”in devamlılığı!... 

Yoksul halkı, sırtından sopayı eksiltmeyen bu “devlet”in bekası, hiçbir demokratik hak kırıntısına tahammülü olmayan bu “rejimin” devamlılığı gerçekte hiç ilgilendirmiyor. Bu yüzden “düzen içi muhalefet”, AKP'yi durdurmaya değil, önünü açmaya hizmet ediyor. 

Türkiye halkının özlem duyduğu “ülke” ile AKP'nin yutturmaya çalıştığı “Anayasal yama” arasındaki çatışmayı ortaya çıkarmanın tek yolu, halkın hakları mücadelesini bütün düzeylerde yükseltmektir. 

Halkın hak mücadelelerinin her yükselişinde, AKP hükümetinin temel politikaları deşifre olmakta ve AKP'nin “kurulu düzene muhalif; maneviyatçt-ahlakçı” boyası üzerinden akmaktadır. 

Tekel işçilerinin mücadelesiyle, AKP hükümetinin zorla-şerle yerleştirmekte koşar adım ilerlediği güvencesiz çalışma düzeni ifşa olmuştur. 

Taşeron sağlık işçilerinin mücadelesi, AKP'nin emekçileri ve halkı ölümlere mahkum eden gaddarlığının ortaya çıkarılmasının yolunu açmıştır. İtfaiye, inşaat, nakliye ve liman işçilerinin eylemleri ve son olarak da Zonguldak'daki iş cinayeti ile taşeronluk sistemi ve bu sistemin en “edepsiz” savunucusu AKP hükümeti halkın vicdanında tamamen mahkum olmuştur. 

Kürt halkının ulusal kimliğine “saygı” talebi, AKP hükümetinin “barış” söylemindeki ikiyüzlülüğü çok kısa bir süre içinde ortaya çıkarmaya yetmiştir. Her “Ergenekon” operasyonunu bir sözde “KCK operasyonu”nun izlemesinden anlaşılmıştır ki, AKP için Kürt halkı, iktidar oyununda sürekli “okkanın altına itilecek” bir “siyaset malzemesi”dir. Zaman zaman “akan kanı durdurma” sözleri eden Erdoğan, “kadınlara ve çocuklara” ateş açılmasının işaretini vermekten kaçınmamış, silahsız göstericilere ateş açılmasını “gereğinin yapılması” olarak meşrulaştırmıştır. AKP'nin Kürt sorunundaki iki yüzlülüğü “çocukları rehin alma” politikasıyla iyice insanlık dışı bir hal almıştır. 

Hidroelektrik santrallere karşı mücadeleler, AKP hükümetinin “muhafazakarlığı”nın, “parayı kasaya toplama muhafazakarlığı”; “maneviyatçılığının”, “paraya tapma” olduğunu açıklığa kavuşturmaktadır. 

Öğrencilerin “eşit eğitim hakkı” için yürüttüğü mücadeleler, AKP'nin YÖK'ü “fethettiği” günden beri üniversitelerde gerçekleştirdiği “liberalleşme”nin geçerli olduğu tek alanın, bilimin paraya çevrilme alanı olduğunu yeniden ve yeniden kanıtlıyor. 

Barınma hakkı ve ulaşım hakkı mücadeleleri, AKP belediyeciliğinin vurguncu, ahlakdışı, mafyatik, gerici içeriğini yıllardır gözler önüne seriyor. 

Engelliler mücadeleleriyle, AKP hükümetinin vurgunculuğunun, rantçılığının nerelere kadar uzanabileceğini tüm vicdanlara işlediler. 

İlk yönetim döneminde iktidardaki “muhalefet” rolünü oynayan AKP hükümeti, kontrgerillanın dümenini eline alıp “ordu” ile uyumlulaştıkça, yoksulun, emekçinin, Kürdün karşısında “muktedir” üslubuyla konuşmaya başlamıştır. 

Halkın hak mücadeleleri yükseldikçe AKP hükümetinin baskıcı karakteri iyice ön plana çıkmaktadır. 

Halkevlerine uygulanan baskıları saymayacağım.Biz, Halkevlerine “diş geçirmeye çalışan” hükümetleri çok gördük. Şimdiye kadar hepsiyle başettik, AKP'ye de pabuç bırakmayız! 

Ama AKP hükümetinin, yasadışı dinlemelere, izlemelere ve kanıt imalatına dayanarak yarattığı “dev operasyon” projeksiyonlarıyla kendisine karşı gelişen her türlü muhalefet üzerinde dehşet havası yaratmaya çalıştığı ortadadır. 

ABD, İsrail ve başka istihbarat servislerinin AKP hükümetini desteklemek için Türkiye'de düzenledikleri operasyonlar da bu dehşet havasını pekiştirmeye hizmet etmektedir. 

ABD ve AB emperyalizminin AKP hükümetine verdikleri desteğin arkasında, Türkiye'nin jeopolitiğini enerji nakil hatlarının geçirilmesi için değerlendirmek ve bölgesel sömürgecilik politikalarında “aktif taşeronluk” hizmeti almakta sağladıkları başarı bulunmaktadır. Bu politikaların halklarımıza şimdiye kadar herhangi bir “kazanım” sağladığı görülmedi. Bu politikaların ne Filistin halkına ne de ABD-AB ablukasına alınan İran'a da bir fayda getirmediği; Ortadoğu halkları arasında kalıcı bir dostluk ilişkisine temel oluşturmadığı da görülüyor. “One minut”lük Filistin dostluğunun Heron'ların alınmasına kadar sürdüğünü gören her Filistin dostu, AKP'nin Ortadoğu politikasını “halkların kardeşliği” kıstasıyla değerlendirmek gerektiğini artık kavramak zorundadır. Ortadoğu'daki ABD ve İsrail işgallerine son vermeyi ve Kürt sorununun çözümünü içeren bir uluslararası düzeni hedeflemeyen bir Ortadoğu politikasının bu konulardaki barışçı, anti-siyonist söylemlerine itibar edilemiyeceği artık iyice açığa çıkmıştır. 

Ve bütün bu gerici, faşizan, işbirlikçi politikaların “toplumsal desteğini”, sessiz kabullenilişini sağlamak için kesintisiz bir biçimde sürdürülen toplumu gericileştirme operasyonu ihmal edilmemelidir. Giderek toplumda yaygınlaştırılmaya çalışılan kadercilik ve biat kültürünün en önemli kaynaklarından biri sosyal hakların sadakayla ikame edilmesidir. Yoksul emekçilerin hayatının zenginin himmetine bağlı olduğu bir toplumsal proje AKP iktidarınca adım adım örülmektedir. Tüm sosyal haklarından vazgeçerek yardımlara “razı olması” istenen bir toplum yaratılmak istenmektedir. Bu toplumun içeriğini anlamak için, bugünlerde referans verilmesi moda halne gelen Pensilvanya'daki tarikat şeyhine kulak verelim. Bakın ne diyor Fethullah Gülen: “Patron işçisinin yanındadır. Müslümanların içtimai hayatında sınıflar arası bir çatışma, ayrışma ve mücadele söz konusu değildir. Çünkü İslam toplumu, din kardeşliği esasına, herkesin güttüğünden sorumlu bir çoban olduğu kaidesine (…) bağlı bir ahlak üzerine inşa edilmektedir.” Ve başka bir konuşmasında sadakanın faydalarını şöyle anlatıyor hocaefendi: “Bu sayede siz başkaldırmaya hazır bir sınıfın önünü aklına kötü duygular gelip taht kurmadan evvel izale etmiş, malınızı sağlam kalelerin (…) koruması altına almış olacaksınız.”  

İşte proje bu arkadaşlarım. İşte ülkenin sivil toplum temsilcisi, demokratik dönüşüm savunucusu sayılanların projesi kendi ağızlarından bu şekilde ifade ediliyor. Çoban patronlar, güttüklerinden sorumlu olsunlar, sadaka versinler ki başkaldırıya hazır olan sınıfa karşı servetlerini koruyabilsinler. İşte bizim bu insanlık dışı, ahlak dışı, gerici, sömürücü projeyi yerle bir etmek için çok önemli sorumluluklarımız var. Ancak bu sorumluluk yardımın ve hayır işlerinin laik versiyonunu yaratmak değil, dayanışma ilişkilerini ve toplumsal mücadeleleri güçlendirmek üzerine kuruludur. Halkın hak mücadeleleri ile gericiliğe karşı mücadeleyi birleştirmek üzerine kuruludur.  

Değerli yol arkadaşlarım,

Halkın hakları mücadelesi, AKP hükümeti eliyle uygulanan neo-liberal yenisömürgecilik politikalarının bu ulusal ve uluslararası politika çerçevesine karşı sosyalist bir Türkiye'nin halkçı, bağımsızlıkçı, barışçı, demokratik bakış açısını yükseltmekte temel bir hareket noktasıdır. 

Kimi eski solcular ve aydınların emperyalist sömürgecilik politikalarının “ilerleticiliği”ne “demokratikleştiriciliği”ne ettikleri imanın test alanı, işçilere, köylülere, üniversiteye, kent yaşamına dayatılan neo-liberal yıkım politikalarıdır. Halkın hak mücadeleleri, emperyalist güdümlü, sol-liberal yaklaşımların yanıltıcı içeriğini halkın bilincine çıkarmanın şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da en etkili manivelası olacaktır. 

Açık ki Türkiye'deki siyasi iktidar yapılanması ve rejim önemli bir dönüşümün eşiğindedir. Bu rejim “revizyonu”nun yazarları “muktedirler”dir.  

İktidar aygıtlarındaki bu “yenilenme”nin karşısında, üzerinde iktidar edilecekler de, işçiler, yoksul halk, Kürt halkı, kadınlar ve gençlerin muhalefet hareketleri de ciddi bir dönüm noktasında bulunuyor. 

Geçtiğimiz yıl içerisinde yaşanan büyük toplumsal mücadele sahnelerinde bu değişimin ana çizgileri kendilerini dışa vurmuştur. 

Kürt halkının siyasal kimlik mücadelesi, Tekel işçilerinin güvencesizliğe karşı mücadeleleri ve 1 Mayıs kutlamalarında ortaya çıkan tablo, bu değişimin iyi okunması gereken dışavurumlarıdır. 

1 Mayıs 2010'dan sonra ne emekçi halkın kitlesel mücadele örgütleri, ne de ilerici siyasal merkezler bugüne kadar durdukları yerde duramayacaklardır.  

Bugüne dek güvencesizleştirmeye karşı kör ve sağır kalan konfederal merkezler, güvencesiz işçilere kulaklarını ve kucaklarını açmak zorundadır; 

Bugüne dek işçi sınıfı mücadelesini “toplu sözleşme” ve ücret mücadelesine indirgeyen sendikalar, emekçi halkın temel yaşam koşullarını “ekonomik-demokratik mücadele”nin konusu haline getirmek, halkın hakları için mücadelenin etkin bir unsuru olmak zorundadır; 

Meslek örgütleri, “meslek ahlakı”nın ve meslek mensuplarının korunması ile halkın haklarının korunması arasındaki doğrusal bağlantıyı kavramak ve hem bir “halk örgütü” ve hem de bir “sendika” gibi davranmak zorunda olduklarını görmek, kavramak zorundadır; 

Ve Halk örgütleri, halkın hakları için mücadeleyi sınıf mücadelesinin bugünkü en şiddetli çatışma alanı olarak örgütlemeyi göze almalı, ekonomik-demokratik mücadelenin halkın politik iktidar mücadele düzleminin kurucu unsurlarından biri olduğu gerçeğini gözeterek ilerici politik hareketin yeniden kuruluş sürecinde aktif bir rol alma iddiasının gereğini yerine getirmelidir;  

Sevgili yol arkadaşlarım, 

İki yıl önce yan yana geldiğimizde daha yolun başında olan bizler şunları söylemiştik: 

“Halkın hakları programı mevcut iktidar sahiplerine arz edilen talepler listesi değildir, halkın şartlarıdır; hiçbir unsuru pazarlığa konu edilemez. Halkın hakları için verilen mücadele hem savunmacı bir direnişin hem de kurucu bir inşanın bilinçli eylemidir”.  

Ve iki yıl önce, bu mücadelede direniş ve inşa içi içedir demiştik. 

Direnişler ve inşanın coşkusuyla kan ter içinde geçen iki yılın ardından 21. Olağan kongremizin adını Halkın Hakları Kongresi olarak toplamanın onurunu yaşıyoruz. 

Yoksul halkların hak mücadelelerini verenler,

Şimdi bu mücadeleyi yaygınlaşabileceği bütün alanlarda halkın öz gücünü açığa çıkaracak şekilde yaygınlaştırmak, içinde biriktirilen her çabayı iradeye çevirmek, irademizi dolaysız ve doğrudan kullanabileceğimiz meclislerimizi oluşturmak, göreviyle karşı karşıyayız. 

Şimdi savunmacı bir direnişin ve kurucu bir inşanın yolunu daha da aydınlatmalıyız. 

Hak mücadelesi verenlerin ana kucağı olan halkevlerini ülkenin dört bir yanına yaymak, yoksulları, emekçileri iktidarın elindeki oyuncaklar olmaktan çıkaracak militan ve kitlesel eylemleri, meşruiyet kuralıyla yaygınlaştırmak görevimiz var. 

Çocuklarımızı gerici zihniyetlerin eline bırakmamak için,

Gençlerimizi geleceklerini kendilerinin kuracağı bir ülke için,

Kadınları özgür ve eşit yurttaş kılabilmek için,

Emekçilerin güvenceli iş haklarına kavuşabilmeleri için,

Kürtlerin gerçekten eşit ve özgür olabilmeleri için,

Doğanın özgür, bilimin özgür, hayatın özgür olması için,

Yaşadığımız bu topraklardan başka yurdumuz olmadığı için,

İnsan gibi yaşamak için,

Tarih hepimizi göreve çağırıyor,

Eşit ve özgür insanların yaşadığı bir ülke de hak ettiğimiz gerçek şeyler ellerimizle tutabileceğimiz kadar yakındır. 

Yakın olanı uzaklaştırmak için çalışan zalimler karşısında

Alınterimiz, onurumuz ve insanlığımızla ayağa kalkıyoruz. 

Biz Varız!

Biz Halkız!

Yaşasın Halkın Hakları Mücadelemiz!