5 Eylül’de TBMM’de Lübnan’a asker gönderme tezkeresinin oylanacağı gün Ankara’da yapılan protesto gösterisinde olanlar üzerine Halkevciler kısa bir açıklama yapmanın ötesine geçmemeye özen gösterdiler. Ancak sonraki gelişmeler, kafa karışıklıkları, kulis faaliyetleri, ayak oyunları bu yazının yazılmasını zorunlu kıldı. Zira Halkevcilerin tutumlarının kaynağında yatanların anlaşılmadığı ve buna karşın asıl sorumlu konumda bulunanların, olup biteni -en hafif deyimle- hiç anlamadıkları görüldü. Bu şekliyle bırakıldığı taktirde, mevzu alttan alta, çürütücü biçimlerde sürecek olup, önümüzdeki dönemde toplumsal muhalefetin gündemini meşgul edecek boyutlar gözden kaçacaktır. Bu yazıyla amacımız sıkıntıları yeniden kaşımak değil, aksine bu tür durumlarda genellikle oluşan sağırlar diyaloğunu aşmak ve sorunun genel siyasal koşullar ve toplumsal muhalefetin durumuna ilişkin bir içerikle ele alınmasını sağlamaktır.
TEZKERE OYLAMASINA NASIL VE HANGİ KOŞULLARDA GELİNDİ
Türkiye Ortadoğu bataklığına battıkça, egemenler içeride daha sert politikalara yöneliyor. Bu yaz çıkarılan Terörle Mücadele Yasası (TMY) da bu sürecin bir ürünüydü. Bu dönemde Org. Büyükanıt Genelkurmay başkanı oldu, özel harpçiler ordunun en üst kademelerine yerleşti. AKP ile ordu arasında ABD eliyle Ortadoğu politikaları, Kürt sorunu ve iç politikada sertlik üzerinde uzlaşma sağlandı.
Bu gelişmelerle birlikte toplumsal muhalefete dönük baskılar birden artmaya başladı. Savaş karşıtı gösterilere sert müdahaleler gündeme geldi. Muhaliflere dönük linç kışkırtmaları aniden arttı. DTP’nin Diyarbakır mitingi yasaklanırken, İstanbul mitingi yarıda kestirildi. Ordudaki resmi devir teslimin yapılacağı 30 Ağustos’a doğru, başta C.Cerrah olmak üzere polis müdürleri bu sertlik çizgisini bizzat ve doğrudan uygulamaya girişti. (Son olarak Diyarbakır’da patlayan bomba da bu baskıcı sürecin nasıl kirli biçimlerde devam ettiğinin bir başka göstergesidir.)
İşte bu koşullarda, AKP’nin aniden tezkereyi meclise getirmesiyle, Türkiye bir anda tezkere süreciyle bir kez daha yüz yüze geldi. Halkın hemen hemen tümü yine tezkereye karşıydı. Ancak bu kez ABD’nin epeyce “silkelediği” egemenler çok daha uyumlu ve hazırlıklıydılar. Toplumsal muhalefet ise, daha zorlu koşullarla karşı karşıyaydı. Buna rağmen, egemenlerin, AKP’nin ve İslamcıların işbirlikçilikleri teşhir edilerek yeniden güçlü bir ilerici toplumsal muhalefet odağı yaratılabilir ve bu sayede solu etkisizleştirme operasyonlarının yarattığı gerilemenin durdurulabileceği bir zemin oluşturulabilirdi. Derli toplu, kişilikli, tutarlı bir çizgi izlenerek bu yapılabilirdi. Oysa gelişmeler, düşüşü durdurmak bir yana, toplumsal muhalefetin etkisizliğinin ve krizinin arttıran bir biçimde cereyan etti.
Halkevciler tezkere oylaması öncesinde kendi güçleri oranında ve izledikleri kitle mücadelesi çizgisine uygun olarak çeşitli protestolar gerçekleştirdiler. Çeşitli grup, çevre ve kitle örgütleri de eylemler gerçekleştirdiler. Buna karşın “Emek platformu” toplanmayı denedi ve ayrıştı. TMMOB ve KESK toplumsal muhalefete öncülük etmekte istekli ve atak davranmadı. DİSK’in çağrısıyla ilerici emek örgütleri oylamaya ancak birkaç gün kala bir araya gelerek 5 eylülde Ankara’da bir gösteri yapma kararı aldılar. TTB gibi örgütlerin, tüm Türkiye’yi kapsayan geniş katılımlı bir eylem önerisine karşın, karar Ankara’ya sınırlı bir katılım sağlamak şeklinde alındı. Böylece TMMOB, KESK ve DİSK’in daha baştan muhalefeti sınırladıkları ve çıtayı düşürdükleri bu çizgiyle, eylemin yasak savma kabilinden gerçekleşeceği belli olmaya başlamıştı.
HALKEVCİLERİN BU SÜREÇTEKİ TAVRI VE GENEL ÇİZGİSİ ÜZERİNE
İlerici emek örgütlerinin yetersiz çizgisine rağmen, özel bir dönemin içinden geçildiğinin bilincinde olan Halkevciler, böylesi bir baskıcı dönemin daha başında zaten düşüş içindeki toplumsal muhalefeti hem iç çatışmaya ittirecek hem de egemenlerin istediği şekilde toplumsal muhalefetin yanlış bir şekilde ayrışmasına yol açacak bir tutuma girmemeye özen gösterdiler. Farklı önerilerle gelen çeşitli çevre ve gruplara bu tutumlarını bildirdiler. 5 Eylül’deki tezkere oylaması sırasında, önce Kurtuluş Parkı’ndan Kızılay’a yürüyüş yapılması ve ardından yapılacak bir şenlikle oylamanın sonucunun beklenmesi şeklindeki programı yetersiz bulmalarına rağmen, buna katılacaklarını ve uyacaklarını duyurdular.
Bu tutumun arkasında ne vardı?
Bugünün Halkevleri, bir demokratik kitle örgütü, esas olarak da son dönemlerde dünyada da örnekleri oluşmaya başlayan ve yeni toplumsal hareketler içinde yer alan bir “taban örgütüdür”. Halkevleri, sürekli olarak, toplumsal muhalefetin içinde bu konumuna uygun bir şekilde yer aldı. Kendisini ilerici emek örgütleriyle eşit bir pozisyonda gördü. Yeri geldi en mütevazı şekilde konumlandı, yeri geldi öncü roller üstlendi. Ama toplumsal muhalefetin bütününü ileri götürme çabasından hiç geri durmadı. Politikalarının temel eksenine daima toplumsal muhalefetin bütününün ilerlemesi için gerekenlerin önceliğini koydu. Bir yandan, (parasız eğitim ve sağlık kampanyası; Filistin ve Lübnan halkıyla dayanışma kampanyası gibi) kendi bağımsız politikalarını izledi, bir yandan da toplumsal muhalefetin diğer kesimleriyle ortak programlarda yer aldı. Toplumsal muhalefetin bütünlüğünü bozmadı. Genel eylemliliklere gücü oranında katılma prensibini hep korudu. Dar grupçuluk yapmadı. Bu doğrultuda, bugüne dek siyasal parti ve grupların, dar grupçu zihniyetlerle demokratik kitle örgütlerini devre dışı bırakma, by-pass etme anlayışlarına (siyasal gruplar platformu, yasal gruplar/partiler birlikteliği gibi) prim vermedi. Devrimci ilkelerinden taviz vermeden toplumsal muhalefetin en ileri ve en geniş birliğini savundu. İlkesiz-gerici (islamcılarla, devlet güdümlü sendikalarla) birliklere karşı hep tavır aldı.
5 EYLÜL GÖSTERİSİNDE NELER OLDU
5 Eylül günü, tüm gruplar ve Halkevciler, baştan kararlaştırılan programa uygun davranmaktaydılar. Ancak Kızılay’a gelindiğinde, Ankara Emniyet müdürünün doğrudan talimatıyla, mitingin şenlik bölümünün sürdürülmesini sağlayacak ses araçlarının polis tarafından alandan uzaklaştırılmak istendiği haberi ulaştı. Son süreçte, bilinçli bir tercihle polisin keyfi baskılara yöneldiğini bilen Halkevciler, buna engel olmak için kortejin ön tarafına yürüdüler. Fakat öne ulaştıklarında, polis ses araçlarını kortejden ayırmış ve alanın dışına çıkarmıştı. Halkevciler bir süre polisi protesto ettiler ve daha sonra yerlerine döndüler. Bu esnada, polise ses araçlarını bizzat teslim eden TMMOB başkanı Mehmet Soğancı ve DİSK bölge temsilcisi Tayfun Görgün başta olmak üzere, paniğe kapılan yetkililer, Halkevcileri engellemek için kürsüden ve aşağıdan çeşitli engelleme girişimlerinde, sözlü ve fiili tacizlerde bulundular. Halkevcilerin araçları geri alma önerilerini dinlemediler bile. Bunlara rağmen, Halkevciler tahriklere kapılmadılar. Ardından, bu yöneticiler tertip komitesinin diğer üyelerine danışmaksızın, bireysel inisiyatifleriyle mitingi yarıda kesip, şenlik yapmadan dağılma kararı aldılar ve gösteri saat 17.00 civarında sona erdi.
EGEMENLERİN TOPLUMSAL MUHALEFETİ AYRIŞTIRMA POLİTİKALARI VE HATALAR
İşbirlikçi politikalardan ekonomik krize kadar toplumun olağanüstü gerileceği ve egemenlerin son derece sıkışacakları yeni bir döneme girildi. Bu dönemde, egemenlerin politik tercihlerinde sola yer yok. Egemenlerin “sağa karşı sağ” denkleminin gereği olarak, özellikle TMY süreciyle birlikte, devlet toplumsal muhalefeti en genelde iyice karikatürleştirmek ve ayrıştırarak ezmeyi hedeflemektedir. Egemenler toplumsal muhalefeti kendi içinde “düzenle uyumlu unsurlar” ve “düzen açısından tehlikeli unsurlar” olarak bir kez daha ayrıştırmaya yönelmektedir. Bugünlerde toplumsal muhalefetin içinde yeniden belirlenen “tehlikeli unsurlar” kategorisinde yer alanlar ezilmeye çalışılmaktadır. Geride kalan karikatür muhalefetin ise “nadide varlıklar” halinde özenle korunması, AB ilişkilerinin gereğidir. “Demokrasi” göstergesi olarak zorunludur. Bugün doğru tavır, bir yandan bu tarihsel dönemeçte diri ve geniş ufuklu bir muhalefet yürütürken, diğer yandan da toplumsal muhalefete yönelik bu gerici ayrıştırmaya meydan vermeyecek bir çizginin izlenmesi olmalıdır.
Bu noktada, toplumsal muhalefetin önünde durması gereken yöneticilerin, böylesi kritik bir dönemde Halkevcileri hedef haline getirmek durumunda kalmaları, en başta kendilerinin üzerinde düşünmeleri gereken bir konudur.
Ayrıca miting komitesi, alana giren ses düzenini polise geri vererek açıkça yanlış yapmıştır. Hiç kimsenin toplumsal muhalefeti bu denli aciz düşürmeye hakkı yoktur. Miting yönetimi Halkevcilerin çıkışını polis karşısında eylemin elini güçlendirecek bir tutum olarak değerlendirmek yerine, panik yaşamışlardır. Bazı yöneticiler polisle yaşanması gereken gerilimin yönünü Halkevcilere çevirmişlerdir. Gösterinin, polisin verdiği (“şu gruplar taş topluyor”, “şunlar molotof getirmişler” gibi) provokatif bilgilerle panikleyen birkaç yöneticinin keyfi tutumuyla yarıda kesilmesi bir skandaldır. Miting Komitesinin diğer üyeleri, mitingi yarıda kesenlerin keyfi tutumlarına engel olamayarak eksik davranmışlardır. Her şeyin bitmesinin ardından bu gelişmelerin, tertip edenler arasında açıkça tartışılmaması, tersine birtakım oldu bittilere yönelinmesi yanlıştır.
Halkevcilere yönelik temel eleştiri eylem disiplinini çiğnemeleridir. Oysa eylem disiplininin sağlanması, eylem öncesinde/eylem sırasında/eylem sonrasında demokratik mekanizmaların işletilmesiyle birlikte ancak mümkün olabilir, “ben yaptım, oldu” şeklindeki –üstelik son derece kritik ve geri tavırları herkesin sindirmesini isteyerek değil. Yani eylem disiplinine uyması gerekenler, sadece katılımcılar değildir. Eylemi yönetenler de eylem disiplinine uymakla yükümlüdürler. Baştan kararlaştırılan ortak çizgiye uymak durumundadırlar. 5 Eylül’de ortak çizgiden sapanlar Halkevciler değil, ses araçlarını polise teslim edenler ve gösteriyi erken bitirenlerdir. Benzer bir eleştiri, Halkevcilere geçtiğimiz aylarda meclis önündeki GSS eyleminde sonrasında da yapılmıştı. Orada da Halkevciler baştan kararlaştırılan ama diğer örgütlerin eylem sırasında vazgeçtiği (yolu kesip yürümek yerine polisin baskısına boyun eğip yer altı geçidinden yürüme şeklindeki) çizgiyi gerçekleştirmekten başka bir şey yapmamıştı. Soruyoruz: “Eylem disiplini, tedirginliğe kapılarak, keyfi biçimde önceden kararlaştırılan çizgiden vazgeçmeye boyun eğme ve atılan geri adımlara uyma zorunluluğu mudur?” Başkalarınınkini bilmeyiz ama Halkevcilerin anlayışı bu değildir. Halkevciler bu tutumlarıyla da toplumsal muhalefetin bütününün çıkarlarını gözetmiş ve ilkesiz davranılmasının önüne geçme çabası gütmekten başka bir şey yapmamıştır.
SORUNUN KAYNAĞINA İLİŞKİN BAZI DEĞİNMELER
TMMOB, DİSK ve KESK başta olmak üzere ilerici emek örgütlerine egemen anlayışların bugüne dek izledikleri çizginin zaafiyetleri ortadadır. Bu örgütlerin her geçen gün daha da “gerileyen statükolarının” korunması üzerine kurulu muhalefet anlayışlarının toplumsal muhalefeti getirdiği yer bellidir. Kriz derinleştikçe bu statükocu çizgi toplumsal muhalefetin düşüşünü daha da hızlandıracaktır. Bu geri tutumların işaret ettiği asıl nokta ise, böylesi kritik bir dönemde toplumsal muhalefetin merkezinde iyice derinleşen politik krizdir. Öyle görünüyor ki, bu olgunun yol açtığı gerici etkilerle daha epeyce yüz yüze kalacağız ve bunun faturasını tüm ilericiler ödeyecektir. (Sorunun kaynağını oluşturan ve ayrıca geniş bir yazıyı gerektiren bu konuya şimdilik sadece işaret etmekle yetiniyoruz.)
Ancak bu genel doğrunun yanı sıra, Mehmet Soğancı, İsmail Hakkı Tombul ve Tayfun Görgün gibi bazı yöneticiler, bu olumsuz gidişte özel ve simgesel roller oynamakta olduklarının farkında olmalıdırlar.
Elbette sorun sadece basit bir biçimde yöneticilerin kişiliklerine indirgenmemelidir. Burada asıl sorun, toplumsal muhalefet cephesinde artık kronikleşen “emek hareketinin kişisel temsiliyetinin” neden olduğu zaafiyettir. Bu nedenle, esas olarak onların bu konumda bulunmalarını doğuran ortam ve ilişki zincirinin nitelikleri üzerinde durulmalıdır.
Güçlü bir ideolojik/politik çizginin olmadığı, kurumsal yapıların zayıf, taban inisiyatiflerinin üretken olmadığı dönemlerde kişisel önderlikler/temsiliyetler belirleyici etkiye sahiptir. Bu dönemde de ilerici sendika ve meslek örgütlerinin iyice bürokratikleşen seçkinleri, son yıllarda –bilinçli yada bilinçsizce- örgütlerini STK’laştırma yönünde güçlü bir eğilim sergiliyorlar. Çeşitli kanallardan özendirilen bu eğilim, söz konusu örgütlerin yöneticilerinde kendilerine tanınan yasal ve ekonomik hareket alanının, örgütlerinin amaçlarına ulaşabilmesi açısından “elverişli bir yol” olduğu biçimindeki yaklaşımlarını güçlendiriyor. “STK’cılık” etrafında oluşan ekonomik hareket alanı ve statü ilişkileri bu yöneticilerin politikalarını örgüt içinde etkili hale getirmelerine yardımcı oluyor, bireysel etki alanlarını ve otoritelerini genişletiyor. Bu temel, üyesi oldukları siyasi partiler ve yapılar karşısındaki inisiyatiflerini de artırıyor. Bu tip yöneticiler, dayandıkları ilişki temelinden hareketle geliştirdikleri, dar kesimsel çıkarlara dayanan, elitist ve uzlaşmacı “toplumsal muhalefet politikalarını” bu alanda genellikle ayrıntılı politikalara sahip olmayan politik partilerine/politik örgütlerine de empoze edebiliyorlar. Geleneksel sol merkezlerin genel “sağcılığı”, söz konusu yöneticilerin özel politikalarının kolayca bu merkezlerin genel tutumuna indirgenebilmesine neden oluyor. Elbette geleneksel sol merkezlerin bu şahısların siyasi ve maddi olanaklarından yararlanabilmek için onların bu tutumlarına göz yummaya gönüllü oldukları da aynı fotoğrafın diğer yüzünü oluşturmaktadır. Bu ilişki ağının içinden gelen örgüt yöneticilerinin toplumsal muhalefetin eylem hattına yaklaşımı da –istisnaları dışında- statükoyu sürdürme ölçüsü içinde kalmaktadır ve düzen bu durumu kullanmayı ve suistimal etmeyi gayet iyi başarmaktadır.
Bu konuda en belirgin örnek olarak TMMOB’un politikaları ve Başkan Mehmet Soğancı’nın zihniyeti ele alınabilir. ÖDP’li Mehmet Soğancı’nın, “odaların siyaset yapmayı bırakarak mesleki rollerine geri dönmeleri” şeklindeki 40 yıllık statükocu anlayışı en küt haliyle savunduğu bilinmektedir (TMMOB yasayla, mesleki bir örgüt olarak kurulmuş,60’lı- 70’li yıllarda devrimcilerin yönetimlere gelmesiyle emekten yana politikaya müdahale eden bir örgüte dönüşmüştür). Türkiye Ziraat Odalarının, hatta Fiskobirlik’in dahi son derece etkili bir siyasal rol oynadığı ve en halisinden siyaset yaptığı bu dönemde, Mehmet Soğancı’nın zihniyetindeki gerilik ortadadır. Böylesi siyasal konjonktürlerde, bu pozisyonda bulunanların, “bu tarihsel rolü oynamak bizim işimiz değildir” demek hakkı yoktur. Ya bu rolün gereğine soyunulur ya da o görevde bulunulmaz. Hem orada oturulup hem de geri bir anlayışa sarılarak yapılması gerekenlerden ilericilik/devrimcilik adına geri durulduğunda, tarih –kaçınılmaz olarak- bu pozisyondakilere dair yargısını verir.
Ayrıca Mehmet Soğancı’nın TMMOB Başkanlığına seçilirken, siyasal arenadaki boşluğu ilerici emek örgütlerinin doldurmasından rahatsız olan bazı ÖDP önderlerinin truva atı olarak, DİSK-KESK-TMMOB-TTB’nin oluşturduğu birlikteliğe yönelik, “dörtlü çeteyi dağıtma” iddiasıyla bu göreve geldiği bilinmektedir. Aynı şekilde, bu tutumuyla savaş karşıtı muhalefet alanında boşluk doğmasına yol açarak, bu alanı bazı ÖDP’lilerin “çiftliği” durumundaki BAK’a terk etme politikası güttüğü ve BAK’a her açıdan “koltuk çıktığı” bilinmektedir.
Bu noktada, sorulması gereken soru şudur: Böylesi bir zorlu süreçte TMMOB faaliyetini genel düzlemde bu denli daraltırken, savaş karşıtı muhalefeti de BAK’ın Amerikan-Avrupa tipi muhalefetin yansıması olan “light” çizgisine sıkıştırmak mıdır doğru tavır? Kuşkusuz hayır. En genelde toplumsal muhalefetin, özeldeyse savaş karşıtı muhalefetin yetersizliğine yol açan güncel politikaların ardında yatan asıl sekter, köhnemiş ve geri zihniyetler buralarda aranmalıdır. Yoksa Halkevcilerin haklı çıkışlarını “hırçınlık/hafiflik” olarak niteleyerek, yalıtmaya/burun sürtmeye/ön kesmeye çalışmak iş değildir.
Bu derin sorunlar yumağı açısından, asıl çıkış noktası, bu geriletici kısır döngüyü kıracak yeni toplumsal hareketlerin gelişiminden esinlenen düzen dışı-devrimci politikalara yönelmek olmalıdır. Bu yönelimin ilk adımıysa bürokratlaşmanın göstergeleri olan “meslekçilik” ve “uyumluluk” değil; aksine devrimci/sosyalist politikanın en genelde yeniden doğuş sancısı çektiği bu süreçte her alanda bu politikleşmeyi “derinleştirme” ve aynı zamanda “statükoculuğu kıran” hırçınlıklara karşı empatik yaklaşma becerisini gösterebilmekle başlar.
SONSÖZ
Bilinmelidir ki toplumsal muhalefetin her eylemi ve yöneticilerinin izledikleri çizgi ve tutumlar değerlendirilmeye ve demokratik bir şekilde eleştiriye açıktır. Kimse bundan gocunmamalıdır. Alttan çekişmek yerine açık bir şekilde düşünce ve eleştirileri yöneltmek en ilerletici tutumdur. Halkevciler bundan sonra da, bugüne dek izledikleri çizgi çerçevesinde, üzerlerine düşenleri yerine getirmekten geri durmayacakları gibi, tüm eleştirilerine rağmen, toplumsal muhalefetin bileşenleriyle mücadele arkadaşlığına dört elle sarılacaklardır.
Samut Karabulut- Halkevleri Örgütlenme Sekreteri