Referandum yaklaştıkça alınan pozisyonların izaha muhtaç olması, tartışmaları giderek daha da ilginç hale getiriyor. Referandum gündemiyle toplumun bu kadar siyasallaştığı ve kutuplaştığı bir ortamda sosyalistlerin siyaset dışı pozisyonlara çekilmeleri anlaşılabilir bir şey değildir. Adeta 80’li yıllarda büyük bir saldırı dalgasıyla dışına atıldığımız aktüel siyasete dönme fobisi yaşıyoruz. Bir yanımız egemen ideolojilerin manyetik alanında titreşirken diğer yanımız bağımsız bir siyaseti kitlelerin güncel dertlerinden, eğilimlerinden azade bir siyaset olarak fetişleştiriyor. Öyle ki 1980 yenilgisi sonrasında zaman zaman elde edilen kazanımlar dahi bu psikoloji ile yok sayılabiliyor. Bunun en ibretlik örneğini, sosyalist solun 1980 sonrası en başarılı ‘işi’ olan KESK’in, kendi tarihini inkâr edercesine referandumda aldığı ya da almadığı tutumda görmek mümkündür. Diğer iki örneği de sosyalist solun hatırı sayılır kesimlerinin ulusalcılığın ve liberalizmin hegemonyasını kanıksamaları olarak verelim.
Referandumun sonucunun veya aldığımız tutumun, hemen sonrasında bizi devrime veya büyük devrimci dalgaya taşımayacağı açıktır. Ancak yapamadıklarımızın, zaten aktüel siyaset dışı olan pozisyonumuzu daha da negatif yönde ilerleteceği de ortadadır. Meseleyi basit haliyle tekrar tanımlayalım. Referandum belli bir kapsamda ve belli bir şekilde sunulmuştur. Bu belirlilikleri atlayarak tartışma yürütmek bir yere varmayı güçleşiyor. Seçenek iki tanedir: “evet” ve “hayır.” Her iki tavrın da somut sonuçları vardır. Birileri kaybeder ve birileri kazanır. Değişik sınıf ve kesimlerin, çıkar gruplarının yaşadığı, çok karmaşık çelişkilerin yaşandığı bir ülkede kazanan veya kaybedenler evet-hayır kadar basit tarif edilemez. Bu nedenle evet tarafında da hayır tarafında da tamamen aynı çıkarlara sahip olanların bulunması da mümkün değildir (Teorik olarak mümkün olsa da pratik olarak değil, yani net bir şekilde egemen ve ezilen sınıflar saflaşmış olurdu, böylesi bir durumda ise egemen sınıflar referanduma başvurmazlar). Hatta alınan her bir tutumun aynı anda kazanım ve kayıpları dahi olabilir (TÜSİAD sermayesinin AKP korkusundan dolayı hayır ile paketin içeriğine evet arasında salınması bundandır). Bu nedenle kendi tutumunun kazanımlarını diğer tutumun kayıplarını öne çıkarmak da yetmiyor.
Evet ve hayır dışındaki seçenek ise sandığa gitmemek veya geçerli oy kullanmamaktır. Siyasi bir karar olarak gerçekleştirilmesinin adına BOYKOT denir. Bu nedenle her oy kullanmayan veya geçersiz oy kullanan boykot tavrının içerisinde değerlendirilemez. Onun siyasal arka planı başka türlü değerlendirilir. Boykot her zaman aynı anlama gelmediği gibi, her zaman devrimciler tarafından da tercih edilen bir yol değildir. Boykot sunulan seçeneklerin dışında bir seçeneği iradi olarak üretme çabası ve iddiasıdır aynı zamanda (Kuşkusuz pek tercih edilmese de pasif boykotun da gerekli olduğu zamanlar teorik olarak mümkündür). Boykot, sunulan iki seçeneğin dışında kitlelere seçenek oluşturmak anlamına gelir. Bu seçenek kitlelere değil de karar alıcının kendisine üretilmiş ise sonucu siyaset dışı kalmaktır. Lafı uzatmadan boykot kararı, referandumu geçersiz kılma veya en azından meşruiyetini sarsıcı sonuçları doğurabilme olasılığı olmadan alınamaz. Yani kitleleri başka bir mecraya çekmeyi gerekli kılar.
***
Gelelim her bir tavrın aktüel anlamlarına.
EVET ne demektir? ‘Evet’in sahibi anayasa paketini ileri süren AKP’dir. EVET çıkması halinde AKP ve temsil ettiği siyasal süreç güçlenecektir. Anayasa paketi ise başka ‘evet’çilere dahi sorulmadan tamamen bu amaca dönük bir içeriğe sahip kılınmıştır. AKP amacını kendi broşürlerinde açıkça anlatmaktadır. AKP dışındaki diğer ‘evet’çi siyasi özneler ise BBP, Saadet Partisi, EDP ve diğer liberal soldur. BBP ve SP’nin AKP ile bir anlaşma içinde oldukları açıktır (hadi riski göze alalım, seçimlerde bir miktar milletvekilliği). Liberal sol gerekçelerini çok değişik açılardan ifade etse de arka planında yatan saik, AKP’nin demokratik reformlar peşinde olduğudur. Bunu değişik zaman ve zeminlerde en çok da AKP yandaşı medyada sıkça boy göstererek ifade ediyorlar. (Bu kesim sınıf perspektifi ve işçi sınıfının bağımsız siyaseti gibi kavramları çoktan terk etmiş durumda. Onların işçi sınıfının çıkarlarından başka çıkarları var artık.)
Evetçilerin en önemsedikleri argümanlarından biri statükoya son verilmesidir. Ama bu aynı zamanda AKP’nin iddiasıdır. Gerçek ise AKP’nin yeni bir statü inşa ettiğidir. Evet dedikleri halde -eğer gizli görüşme yapılmadıysa- ne kendilerine bir şey sorulmuş ne de şu madde bizim talebimiz olarak yer almış diyebilmektedirler. Soldan evetçilerin sunmaya çalıştıkları gibi ortada iki anayasa paketi de yok! Bir tane var, o da AKP’nin paketidir. Bu paketi destekleyen, AKP’nin iyi şeyler yaptığını söyler. Yani reformist bir paket olduğunu dolayısıyla AKP’nin en azından burjuva reformist bir parti olduğunu söyler. ‘Yetmez ama evet’ dosdoğru bu anlama gelir. Sosyalistler reformları hiçbir zaman ‘yeterli’ bulmazlar ama (devrimci durum yok ise) genellikle desteklerler. Sosyalistlerin ‘yeterliliği’ tüm iktidarın ve zenginliklerin burjuvazinin elinden alınmasıdır. Bu nedenle ‘yetmez ama evet’ sloganı zat-ı muhteremlerin sandıkları gibi bir ayıp örtmüyor. Bunların trajikomik hali ise AKP’nin reformistliğini ve kendi tutumlarını ne yöneticisi oldukları kitle örgütlerinin tabanı önünde açıkça dile getirebiliyorlar ne de oy aldıkları kitlelerin önünde. İlerleme diye sundukları maddeler ise aslında parlamentoda uzlaşma yoluyla çözebilecekleri maddelerdi ve bu maddeler sermaye için bir ilerleme iken uzlaşmış olsalar dahi halk için ilerleme değildir. Evetçiler, sürecin ilerlemesine paralel olarak Tayyip Erdoğan’ın despotlaşması karşısında yanılgılarının farkına varmaları beklenirken yalancı tanıklıklarını arttırmalarının bizde ciddi kaygılar yarattığını da söylemeliyiz.
HAYIR diyenler neden hayır diyor? CHP ve MHP, siyasi rakipleri olan AKP’yi (aynı anda biraz da birbirlerini) başarısızlığa uğratmaya çalışıyorlar; bu ikilide kimi farklılıklarına karşın asıl saik budur. Sosyalistler açısından ise başka nedenler var: işçi sınıfının ve halkın kaybedecekleri!
Defalarca bu doğrultuda yazılar yazılmasına karşın ‘Hayır’ı hala bunun dışındaki gerekçelerle ilişkilendirme çabalarını da anlamak bayağı güç oluyor. Basit bir mantık yürütmeyle ‘hayır’ın CHP ve MHP tarafını tutmak olduğu varsayılıyor. Oysa ortada CHP’nin hazırladığı ve referanduma sunulan bir paket yok ve CHP’nin gündeminde de AKP’ninki kadar bir anayasa değişikliği vardı zaten. Diğer yandan CHP ve MHP’nin daha önce bizim Hayır dediğimiz birçok şeye Hayır dedikleri bir gerçek; Savaş tezkeresi, özelleştirmeler, emeklilik yaşı, AB vb… Bu, ne onların sosyalistlerle ne de sosyalistlerin onlarla aynı politik pozisyonu paylaştığı anlamına gelmedi.
Hayır’a dönük bir başka suçlama ise bu tutumla 12 Eylül anayasasının devamının savunulacağı iddiasıdır. Bu akıl yürütmeyle 6 Kasım 1982 günü anayasaya hayır oyu verenleri de Kenan Evren ve beşli cuntasının devamını istemekle itham edebilirsiniz. Gerçekten de o kadar yüksek evet verilmesinin ardında cuntadan kurtulma gerekçesi de vardı. ’80 sonrası siyasal programının önemli bir bölümünü 12 Eylül faşizmine karşı mücadelenin oluşturduğu örgütlere böyle bir ithamın da mantık zorlaması olduğunu söylemeliyiz.
Tekrar sorarsak, neden Hayır? Emekçi halkımızın kaybedecekleri için! Abartmayın denebilir, ama biz abartacağız! Çünkü neoliberal saldırı bu anayasa değişikliği ile bir trend atlıyor. Sosyalistlerin görevi emperyalizmin 4. Bunalım Dönemine uygun olarak yenilenen devlet yapısının getirdiği kötülüklere karşı mücadele stratejisi geliştirmektir. Tasfiye edilenin kötülüklerini sayıp dökmek değil; işimiz gitmekte olanla değil gelmekte olanladır. Sosyalistlerin AKP karşıtı olması ideolojilerinin bir gereğidir, ancak Hayır sadece bu gerekçeden oluşmamaktadır. CHP’nin iki madde çıkartıldığında uzlaşma teklifi kabul edilmiş olsa dahi sosyalistler Hayır demeliydi. Çünkü sadece (1) yerindelik denetiminin kaldırılması, (2) kamu denetçiliği, (3) kamu emekçilerine grev yasağı, (4) işçilere birden fazla sendika, (5) yurtdışına çıkış serbestliği, (6) Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru, (7) Ekonomik Sosyal Konsey’in anayasal kurum haline getirilmesi maddeleri ve yargının yürütmenin denetimi altına alınması maddeleri bile HAYIR dememizi zorunlu kılar. Daha önce birçok makalede incelendiği için uzun uzun açıklamaya gerek yok. Bu değişikliklerin, AKP’nin kendi hazırladığı broşüre (bkz. http://www.kararmilletin.com) bakıldığında dahi işçilere, kamu çalışanlarına, köylülere, doğaya, kentlere neoliberal saldırı yasaları olduğunu görmemek affedilir bir şey değil. Bu nedenle Hayır demeliyiz. Bunlara hayır denmesi ‘başka bir anayasa’-‘halk için anayasa’ talep edildikçe eski anayasaya evet demek anlamına gelmez. Aksine kitlelere doğru siyaset götürmek anlamına gelir. Ve bu maddeleri anlatan sosyalistlerin çabaları dışında (PKK karşıtı propagandayı başka bir kapsamda tutarak söylüyoruz) evet’i hayır’a çevirecek bir siyaset mümkün değildir. Sosyalistler bu görevi yerine getirmediklerinde asıl o zaman halkın AKP’ye haklı öfkesini CHP’ye terk etmiş olacaklardır.
***
Tartışmalarda Hayır karşıtı söylemin, başta boykotçular olmak üzere açmazı soyut, neredeyse sadece ‘etik’ yaklaşımlarıdır. “İki seçeneğe mahkum olmamak”, “boykotun gücünü göstermek”, “hayır diyerek anayasaya meşruiyet kazandırmamak”, “Kürt siyasetinden öğrenmek”, “anayasayı gayrı meşru ilan etmek”, “eski anayasaya göre ileri olan şeyleri görmezden gelmemek”, “yargının, yürütme üzerindeki vesayetini görmezden gelmemek”… Tüm bunların ortak problemi, siyasete bağımsız bir sınıf hareketi olarak müdahale perspektifinden yoksunluktur. Bunun arkasında devletin, sistemin egemen ideolojinin kavramlarıyla tanımlanmaya çalışılmasının açmazları var.
Şunları hatırlatmamıza izin verin: devlet en basit tanımıyla bir sınıfın diğer sınıf üzerindeki baskı aygıtıdır. Çağımız kapitalizmin emperyalist aşamasıdır. Burjuvazi emperyalizm çağında ilerici barutunu tüketmiştir. Kuvvetler ayrılığı burjuva demokrasisinin bir normudur ve yargı yürütmenin üzerinde denetim aracıdır. Ülkemiz Mahir Çayan’ın saptadığı gibi oligarşik bir ittifak tarafından yönetilmektedir ve bu ittifak çelişkili bir ittifaktır. Rejimin sorunu vesayet kavramı ile değil emperyalizmin içsel bir olgu halini alması ve sömürge tipi faşizmle açıklanabilir. Devrimcilere düşen görev sosyalizm için sermayeden ve devletten, başka bir deyişle de sermayenin tüm fraksiyonlarından bağımsız bir halk hareketi yaratmaktır. Egemen sınıflar arası çelişkilerden yararlanmak doğrudur ama bu, diğerine karşı bir tarafın desteklenmesi anlamına yorumlanamaz… Türkiye devrimci hareketi, ideolojik-politik birikime ve pratik olarak çok zengin deneyimlere sahiptir. Gerek askeri darbeler (açık faşizm) karşısında, gerek örtülü faşizm, gerekse de sivil faşist hareket (MHP) karşısında direnenler sadece sosyalistlerdir, devrimcilerdir. Kimseden faşizme karşı mücadele dersleri almaya ihtiyacı yoktur.
Dönelim aktüel olarak referandum siyasetlerinin karşılıklarına. Hayır’ın en iddialı ve kitle çizgisine sahip tavır olduğunu tekrar ederek ve boykotun ciddi açmazlarının olduğunu iddia ederek devam edeceğiz!
HAYIR, AKP’nin aktörü olduğu neoliberal saldırı altındaki halk kesimlerinin en doğru şekliyle algıladıkları siyaset dilidir. Kentsel dönüşüme karşı barınma hakkı için direnenler; HES’lere ve suyun kullanım hakkının şirketlere devrine karşı derelerini ve sularını savunan köylü ve kentliler; başta Tekel işçileri olmak üzere güvencesizliğe karşı direnen işçiler; topraklarını siyanürlü altın aramaya karşı ve madencilerin talanına karşı savunan köylüler; sendikalaştıkları için kapı önüne konan işçiler; başta tersaneler ve madenler olmak üzere iş cinayetleriyle burun buruna olan işçiler; ulaşım, sağlık, eğitim hakları ellerinden alınan ve bunun farkında olan halk… AKP’ye de Anayasasına da Hayır demektedir. Bu kesimlerle siyasal iletişim kuracak bir siyaset üretemeyen sosyalistlerin siyaset dışı olmak gibi bir sorunu var demektir.
BOYKOT, Kürt Hareketi tarafından öne çıkarılan ve aslında böylece anlam kazanan, kimi boykotçuların “etik” tutumlarıyla ilgisiz, reel politik bir tutumdur. Kürt Hareketinin böyle bir siyaset belirlemesi doğru bulunmasa dahi anlaşılabilirdi. Kürt nüfusunun siyasal ve dinsel eğilimleri ile birlikte de düşünülmesi gerekir. Bilindiği üzere Kürt hareketinin siyasal kültürel taleplerine dair hiçbir şeyin pakette yer almaması üzerine Kürt hareketi, başlarda ‘hayır’ ve ‘boykot’ tavırları arasında tartışmalar yaptı. Boykot tutumunda karar kılmasında savaşın tırmandırılmasının belirleyici etkisi vardı. Kısaca özetlemeye çalışırsak; BOYKOT, çatışmanın keskinleştirilmesine uygun çizgidir. Yani hem sandık tarif edilerek hem de çatışma tarif etmenin yarattığı güçlükleri aşma, seçim günü sandıklara kimsenin gitmediği/gidemediği bir ortam oluşturma olanağı verir. Kürt hareketi için boykot başından itibaren anayasanın içeriğinden bağımsız bir taktik oldu, zaten anayasada kendilerine dair ne pozitif ne de negatif hiçbir şey yoktu (burada girmesek de işçi, köylü Kürt açısından da meselenin ele alınması gereklidir). Boykot aynı zamanda pazarlıklar neticesinde uzlaşmaya uygun bir siyasettir de. Yani pasif boykota dönmeleri AKP’nin kabul edebileceği bir noktadır. Çünkü pasif boykot, Kürt illerinde hayır diyeceklerin sandığa gitmediği evet diyenlerin ise engellenmediği bir durumdur.
Boykot aracının Kürt hareketi tarafından bu çevrim içinde değerlendirildiğini yaşadık ve izledik. Evet-Hayır oylarının dengede olması AKP’yi sıkıştırdı ve PKK’yi ateşkese ikna yollarını aramaya başladı. Aksi takdirde referandum yaklaştıkça PKK’nin silahlı saldırılarını arttırması sonucunda artarak gelecek asker cenazeleri ve sokak gösterileri nedeniyle (yerel seçim öncesinde olduğu gibi) Kürt illerinde dolaşamayan bir Başbakan, yönetemez bir AKP görüntüsüne ve büyük yenilgiye neden olabilirdi. Yapılan pazarlıkların içeriğinin ne olduğunu bilemiyoruz ancak Kürt hareketinin başta seçim barajı olmak üzere kimi taleplerinin ele alındığından kuşku yok. AKP, pazarlıkta elini güçlendirmek amacıyla kısa bir süre önce “ulusal birliği” sağlanmış görülen Kürtleri içerden parçalamak için Kürt burjuvazisini harekete geçirdi; havuç ve sopa göstererek evet tavırlarını açıklatarak boykotun gücünü kırmaya çalıştı. AKP ve BDP cephelerinde karşılıklı yapılan gel gitli açıklamaları ellerdeki kartların belirlediğinden kuşku yok. Kendisi boykotçu olmasına rağmen Kürt hareketinin en güçlü kartlarından birinin de hayır oylarının yüksekliği olduğu ortadadır. Kürt illerinde aktif boykot evet oylarını sandığa yollamazken, sosyalistlerin boykot tutumu hayır oylarını sandığa yollamamayı hedeflemektedir. Bu da başka bir tezat durumdur.
Boykotun silahının, silahlı mücadele ile birleştirilerek taviz koparılmaya çalışılması taktiği emek hareketi açısından yarattığı sıkıntılara rağmen anlaşılabilir bir durumdur. Anlaşılması zor olan ise kısaca özetlemeye çalıştığımız adımların toplamından oluşan siyasetin Türkiye emek hareketine ve sosyalist soluna da dayatılması veya benimsetilmesidir. (“Kürt Hareketinin, ‘siz bize uymayın’ diyecek hali yoktu ya” denilebilir ve kısmen haklı da olunur). Türkiye sosyalist hareketinin gündemleriyle, Kürt hareketinin gündemlerinin öncelik sırası ile olanaklarının (öznel durumunun) farklı olduğu görülmeden belirlenecek her taktiğin emek hareketini ve sosyalist hareketi bloke edeceği, referandum vesilesiyle bir kez daha açığa çıkmıştır. Kürt hareketinin boykot taktiğine yukarıda anlatılan dışında soyut anlamlar yükleyerek tartışma yürütmenin siyasal bir karşılığının kalmadığı ortadadır. Kürt hareketinin boykot merkezinde yürüttüğü pazarlıkların bir ucunda evet diğerinde hayır olduğu bu saatte bile, Sendika.Org’a yollanan yazılarda bu minvalde soyut akıl yürütmelerle solun zaten bağlanmış elini ayağını daha da bağlayacak tavsiyelerde bulunulması anlaşılabilir bir şey değil. Boykot’la etik tavır aldıklarını söyleyen arkadaşlara Kürt hareketinin tamamen reel siyasal bir tutum aldığını tekrar hatırlatalım. Bunun dışında referanduma meşruiyet kazandırılmaması ve CHP, MHP çizgisine düşülmemesi kaygılarına da; TBMM’deki oylama boyunca BDP’nin CHP ve MHP ile birlikte oylamaya katılmadıklarını, Mart ayındaki görüşmede Öcalan’ın Hayır önerdiğini, 3 Eylül’deki görüşmede de Hayır’ın da değerlendirilebileceğini vurguladığını ve aynı akıl yürütmenin BDP’nin meşru olmayan yüzde 10’luk baraj varken seçimlere katılmasını da seçim sistemini meşru sayan bir hareket kabul edeceğini hatırlatalım.
Halka neden AKP’ye ve Anayasasına HAYIR dediğimizi anlatmaya başladığımız anda, kolayca sosyalizmin güncel tartışma haline gelebilmesi bile tek başına Hayır demenin ne kadar gerekli olduğunu gösteriyor. AKP’nin iktidarın, paranın ve polis teşkilatının gücüyle yürüttüğü evet kampanyasına karşı sosyalistlerin hayır kampanyasının tek güç kaynağı halktır. Her tarafta sosyalistlerin astığı hayır afişlerinin polis tarafından gece gündüz denmeden anında sökülmesi, yakalanan afişçilerin gözaltına alınmaları, şiddete maruz kalmaları, Halkevleri’ne getirilen siyaset yasağı gibi baskılara rağmen sokak sokak, ev ev yürütülen, iftar çadırlarına kadar taşınan çalışmalar sosyalistlerin hangi boşluğu doldurduğunun/doldurması gerektiğinin örnekleridir. Referandum tartışmalarını tv ekranlarından sokaklara, koltuk kavgasından sınıf kavgasına devrimciler taşıyor. Hayır demek yetmez. Hayırları çoğaltmak, tüm hak mücadelesi alanlarına referandum sonrasını da örgütleyecek tarzda taşımak gerek.
*Samut Karabulut
Halkevleri Genel Başkan Yardımcısı