“Yasaların ruhu mülkiyettir” K. Marx
Giriş
Marksist kuramın bilinen toplum analizinde, siyasal iktidarın ekonomik iktidara, yasal ilişkilerin ekonomik ilişkilere bağlı olduğu ifade edilir. Marx tarafından bir “üst yapı” kurumu olarak belirtilen “hukuk”, ister normatif (kurallar bütünü), isterse kurumsal (hukuk kurumları) anlamında, her zaman için egemen sınıfın çıkarlarını ve genel olarak o toplumda mevcut maddi ekonomik ilişkileri (üretim ve bölüşüm) temsil etmektedir.
Bu açıdan, bir toplumda hukuk kurallarını yazanlar her zaman için kalemlerini, insanlığın ortak değerlerinden ve genel olarak toplumun beklentilerinden daha çok, kendi gönüllerinden geçenlere (sınıfsal çıkarlarına) göre hareket ettirirler. Ama sonuçta kağıda dökülenlere herkesin sahip çıkması ve itaat etmesi, alışkanlıklardan zor’un gücüne uzanan çok unsurlu bir denklemin içinde saklıdır.
Geçmişte derebeyinin veya kralın sözünü kanun kabul edenlerle, bu günün demokrasilerinde halkı temsil etme iddiasındaki yasama organının çıkardığı metinleri kanun kabul edenler arasında, bu açıdan özünde hiçbir fark yoktur. Yalnızca birilerinin, göz boyamak için, artık çok daha fazla enstrümanı ve tarih boyunca bir köşeye kaydedilmiş yığınla birikimi bulunmaktadır. Bir sözün anlamı ve değeri, o sözün kendisinde değil, onu söyleyenin kim olduğunda ve niyetlerinde gizlidir.
Bu nedenlerle “hukuk”, özellikle normatif anlamında, asla hukukçuların bir ürünü değildir. Onlar yalnızca, önleri konan toprağı işlemekle yetinirler. Hukuk ve hukuksal olan gerçekte, kendi varlıklarının ve gelişimlerinin devamı için ona ihtiyaç duyanlarının ürünüdür.
İşte, “bu ülkeye yeni bir anayasa lazım” sözünü de ele alırken, öncelikli bakış açımızı, yukarıda aktarılan çerçeveyle belirlememiz gerekir.
Yeni bir anayasa tartışması, aslında ülkemizin gelenekselleşmiş bir hukuk ve siyaset gündemidir. AKP iktidarının ortaya attığı “sivil anayasa” tartışması, bu açıdan “eski köye yeni adet” kabilinden bir gündem olarak ele alınmamalıdır. Mevcut anayasalarımız hep tartışılmıştır, çünkü ülkemizde sınıfsal-toplumsal çelişki ve gerilimler, yaşamın her alanında olduğu gibi hukuk alanında da bir değişimi, hep gündemde tutmuştur.
Bu değişimin yönü ise, anılan çatışma ve gerilimlerin taraflarının niyetleri ve gücüyle paralel biçimde çizilmiştir.
“Anayasa” ve “Anayasacılık” Hareketi
Hukuk disiplinine özgü tanımıyla “anayasa”, bir toplumun birey-devlet-sınıf ilişkilerini en genel çerçevede ve en kaba hatlarıyla düzenleyen, diğer hukuki metinlere kaynak ve dayanak teşkil eden, temel hukuk kurallarının bütünüdür. Bu nedenle “temel norm” olarak da adlandırılan anayasalar, “normlar hiyerarşisi”nin en tepesinde yer alır. Bir anlamda anayasa, oyunun esas kurallarının en başından kabulünü ve ilanını temsil eder; diğer ayrıntılar, onun çizdiği çerçeve içinde dinamik bir süreçte belirlenir. Şüphesiz “şeytan ayrıntılarda gizlidir”, ancak şeytanın ilk buyruğu, tartışmasız anayasanın lafzındadır.
Anayasa olgusunun, hukuk ve toplum gündemine gelişi, 17 ve 18 inci yüzyılda, başta Avrupa kıtasında yaşanan sanayi devrimi ve arkasından gelen burjuva siyasal devrimlerini ve ulus devletin oluşumunu kapsayan belirli bir tarihsel dönemde yoğunlaşır ki, “hukuk tarihi”ne özgü olarak bu döneme “anayasacılık hareketi” olarak bakılır.
Ancak ilk anayasalar olmasa da ilk “anayasal metinler”, daha da öncesinde görülür. Bunların hepsi, değişen düzeni ve eski düzenin efendilerinin iktidarının zayıflamasını işaret eden, bir anlamda bu değişimi yazılı kurallara bağlayan metinlerdir ve hukuk tekniği açısından, eli yüzü düzgün birer anayasa sayılamasalar da, anayasa olgusunun ve hatta modern burjuva hukukunun doğuşunu temsil ederler.
Anayasa tarihçileri, ilk anayasal metin olarak 13 üncü yüzyılda İngiltere’de yayımlanan “Manga Carta”yı (Büyük ferman) görür. Dönemin İngiliz Kralı Yurtsuz John’a başkaldıran ve özünde, büyüyen ekonomik zenginliklerini, siyasal ve maddi güçlerini, tabi aynı zamanda kellerini de krala karşı korumayı, ama bunu artık sürekli bir güven ve istikrar düzeni haline getirmeyi amaçlayan İngiliz feodallerinin, kılıç zoruyla krala imzalattıkları bu metin, artık kralın mutlak hükümdar olmadığının, iktidarının yeni düzenin güçleriyle paylaşması gereğinin bir belgesidir. Feodal beylerin, gerçekte ekonomik zenginlikleri koruma kaygısı, doğal olarak krala karşı kellelerini koruma kaygısıyla da bütünleştiği için, ilk siyasal hak ve özgülüklere dair kimi basit formülasyonları da içeren bu metin, bu nedenle kimi hukukçular tarafından insan hakları düşüncesinin tarihinin de başlangıç noktası kabul edilir.
Bu açıdan bütün anayasalar veya anayasal metinler, bir toplumsal değişimi, aynı zamanda siyasal ve ekonomik alanda bir iktidar değişimini ifade ederler ve bir iç savaşın kanlı çarpışmalara sahne olmuş meydanlarının dumanı henüz dağılmadan, savaşın tarafları arasında yapılmış bir sulh anlaşmasını, yenen ve yenilen arasındaki bir teslimiyet veya zafer sözleşmesini betimlerler. O halde ilk Avrupa anayasaları, yeni bir düzeni kurma çabasında olan dönemin devrimci sınıfı burjuvazinin, kendi sınıfsal çıkarları için toplum adına, kralın/feodal beylerin mutlak iktidarını sınırladığı, kendi ilke ve kurumlarını toplumsallaştıran ve meşrulaştıran hukuksal metinlerdir.
Bu açıdan anayasacılık hareketi, aydınlanmanın düşünsel birikimiyle de yoğrularak, burjuvazinin feodalizme karşı zaferi ile, asıl siyasal ve hukuki olgunluğuna, yukarıda da değindiğimiz gibi 17 ve 18 inci yüzyılda kavuşur. Burjuvazinin icad ettiği veya eski düzenden miras alıp yeniden işlediği bir çok kavram, değer ve kurum; örneğin ulus devlet, yurttaşlık, insan hakları, eşitlik ve özgürlük, din ve laiklik, temsili demokrasi, güçler ayrılılığı ilkesi, yasama, yürütme ve yargı erki vb., bu metinlerde yer bulur ve kendi doğumlarını ilan ederler.
Dönemin burjuva düşünürleri, yeni yeni hukuk ve siyaset sahnesinde boy gösteren bu ilk anayasaları, bir “toplumsal sözleşme” olarak açıklama ve yüceltme konusunda son derece isteklidir. Onlara göre anayasa, yurttaşlar (halk) ile iktidar (devlet) arasında yapılan bir sözleşmedir. Toplumu oluşturan bireyler, kimi hak ve özgürlüklerinden vazgeçerek, kendi mutluluk ve güvenliklerinin devamı için varlığına gerek gördükleri devlet aygıtı lehine, onu iktidar kılan bir sözleşmeyi bağıtlamaktadırlar. Aksini düşünenler de vardır; asıl olarak devlet iktidarı, toplumu oluşturan bireylerin, insanın varoluşundan bu yana doğal olarak sahip olduğu hakları garanti edecek bir sözleşmeyle, daha işin başında sınırlanmalıdır.
Bütün bu felsefi yaklaşımlar, Marx ve Engells’in tarih sahnesine çıkması ve “yorumlamaktan” çok, asıl olarak onu “değiştirmek” için, mevcut düzeni sorgulamaya başlaması ile albenisini ve geçerliliğini yitirir. Marx ve Engels’e göre, onların hukukları, öz niteliği ve içeriği sınıflarının maddi varoluş koşullarıyla belirlenen sınıf iradesinin, herkes için bir yasa haline getirilmesinden başka şey değildir.
Avrupa anayasacılık hareketi üzerine daha bir çok tespit, analiz ve aktarım yapmak olanaklıysa da, hemen burada bakışımızı sömürgelerin anayasa tarihi üzerine çevirmek, bize bugüne dair daha faydalı veriler sunması açısından, tercihimizdir.
Sömürgelerin de bir anayasa tarihi vardır. Ancak onların tarihinde öne çıkan önemli fark, ilk başlarda anayasalarının ve aslında bütün bir hukuk sistemlerinin, kendi iç toplumsal dinamiklerinin itici gücü yerine, sömürgeci efendilerinin çıkarları ve zoruyla belirlenmiş olmasıdır. Avrupa anayasaları, sömürge halklarına dair en ufak bir hak ve özgürlük tarif etmezken bile, ister istemez sömürgelerin de anayasalarıdır.
Sömürgelerin ilk kurtuluş savaşları çağı sonrası oluşan daha özgün metinler ise, yine büyük ölçüde eski efendilerinin fikri izlerini taşır. Ancak bu metinlerde, o sömürge toplumuna özgü iç sınıfsal/toplumsal gerilimler yerine, ekonomik anlamda olmasa da siyasal anlamda bağımsızlığın kazanıldığı sömürgecilere karşı bir meydan okumanın ruhu ve lafzı görülür. İlk özgün sömürge anayasalarında, siyasal hak ve özgürlüklerden yurttaşlık kavramına değin, sömürgeci ülkenin fikri hegemonyası henüz kırılamamış olsa da, Avrupa anayasacılık hareketinin, bağımsızlık, eşitlik, özgürlük gibi değerlere yönelik çoktan yitirmiş olduğu heyecan, şimdi bu metinlerde kendini fazlasıyla gösterir.
Bağımsızlığını yeni elde eden ve kendi siyasal-toplumsal sisteminin inşasının ilanını yine çoğunlukla bir anayasa metni ile yapan eski sömürge anayasaları, bu anlamda, bütün bir sömürge halkının, sömürgeci efendilerine karşı bir haykırışı, esaretten kurtuluşun toplu ilanıdır; aynı zamanda bu metinlerin bir çoğunun adına “bağımsızlık bildirgesi” denmesi, bu açıdan tesadüfi olmasa gerektir.
Ülkemizin anayasacılık tarihi de, işte bu kesit içinde yer alır.
Ülkemizin Anayasacılık Tarihine Kısa Bir Bakış
Ülkemizde “anayasacılık hareketi”, asıl olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde (19. Yüzyıl) ilk normatif ürünlerini vermiştir. Ancak, yukarıda değindiğimiz, burjuva devrimleri sonrası ulus devletlerin oluşum sürecinde kıta Avrupası’nda yaşanan gelişmelerden farklı olarak, bu ürünlerin kimi iç dinamikler (toplumsal aydınlanma ve sınıfsal çelişkiler) yerine, tamamen dış güçlerin (sömürgeci batılı devletlerin) müdahalelerin ürünü olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarında, batılı emperyalist devletlerin, genel olarak kendi sömürgeci çıkarlarını koruma ve özelde, bu çıkarları Osmanlı topraklarında temsil edip savunan azınlıkların siyasal ve iktisadi hareket alanını genişletme çabası, bu kapsamda ülkemizde anayasacılığın ve aslında genel olarak bilinen anlamıyla batılı hukuk norm ve kurumlarının gelişiminin, asıl itici gücü olmuştur. Bu nedenle Osmanlı’da, temel norm olarak bir hukuki biçim kazanmış olan bir “toplumsal sözleşme”nin, gerçekte saltanat (iktidar) ile tebaası (halk) arasında değil, Osmanlı devleti ile batılı emperyalist devletler ve onların yerli işbirlikçileri arasında yapılan, üstelik Osmanlı yöneticileri cephesinden çok da rızaya dayanmayan bir anlaşma olduğunu söylemek olanaklıdır.
Avrupa’da bulunmuş ve aydınlanma çağının değerlerinden etkilenmiş bir avuç Osmanlı aydınının bu çabalara ve sonuçta ortaya konan ürünlere katkısını, çoğunlukla yalnızca fikri düzeyde kalan ve toplumsal-sınıfsal gerçek bir güce/zemine dayanmaması nedeniyle, işin özünü ve hedeflerini belirlemede çok da etkin olmayan bir yerde tarif etmemiz, bu açıdan onlara haksızlık olmayacaktır.
Nitekim sömürgeciliğin tarihi, sömürgelerin hukukunun (ve bu hukuka kaynaklık yapan temel normun), her zaman için bizzat sömürgeciler tarafından yazıldığını ortaya koyar. Tıpkı onların (sömürge toplumlarının), hukuk dışında, gündelik pratik süreçlerinden, değer ve kurumlarına değin, yaşama dair neleri varsa, yine sömürgeciler tarafından belirlendiği gibi.
Ülkemizde, yukarıda aktardığımız bu sürecin bilinen ilk ürünü, 1808 tarihli “Sened-i İttifak”, devamında ise, 1839 tarihli “Tanzimat Fermanı”, 1856 tarihli “Islahat Fermanı”, son olarak da 1876 tarihli “Kanun-u Esasi”dir. Bu ürünler içinde, bilinen anlamıyla bir anayasaya (temel norma) en fazla yaklaşanı, hatta tam da kendisi olanı, adıyla da malum olduğu üzere, şüphesiz 1876 tarihli “Kanun-u Esasi”dir. Aynı zamanda bu normatif belge, yukarıda yer alan tespit ve değerlendirmelerimize esneklik tanımayı zorunlu kılan, yani ülke içindeki sınırlı sayıda toplum kesimlerinin (aydınlar ve askeri bürokrasi) katkı ve etkisini, en fazla barındıran metindir.
Batı hukukunun ele aldığı biçimde, toplumun gerçek anlamda ortaklamış (uzlaşmış) iradesini ve beklentilerini yansıtan, bu anlamda “yerli malı” bir anayasayı ise, yine yukarıdaki aktarımlarımızın doğal bir sonucu olarak, emperyalizme karşı Anadolu topraklarında başlayan Kurtuluş Savaşı sürecinde görmekteyiz. Bu kapsamda; genç Türkiye Cumhuriyeti’nin (Kemalizmin) 1921 ve 1924 Anayasaları, hukuk tekniği açısından zayıf, ancak arkasına aldığı toplumsal irade açısından güçlü ve şüphesiz bu anlamda daha sahici metinlerdir.
Aynı nitelik, sonraki süreçte artık hep askeri darbelerin ürünü olacak anayasalardan, 1961 Anayasası’nda da kısmen görülür. Demokrat Parti’nin baskıcı ve gerici yönetimine karşı toplumda oluşan tepkileri bir ölçüde de olsa maddelerine yansıtan bu anayasa, 12 Mart askeri müdahalesi ile 1971 yılı Eylül ayında çıkarılan 1488 Sayılı Yasa ile değişikliğe uğrayıncaya değin, ülkemizin gördüğü en özgürlükçü anayasa olarak kabul görmüştür.
12 Eylül askeri darbesinin ürünü olan ve halen yürürlükte bulunan 1982 Anayasası ise, büyük ölçüde, 1961 Anayasasının gerici bir eleştirisidir. Bu arada, 1982 Anayasası’nın, 12 Eylül askeri darbesinin de arkasındaki güç olan, başta ABD olmak üzere emperyalist devletlerin etkin müdahalesini (hukuk alemine yansımış somut ideolojisini) içerdiğini, yani ülkemizin anayasacılık tarihinde, sonunda dönüp dolaşıp tekrar batılı sömürgeci güçlerin yörüngesine oturduğumuzu söylemek, yerinde bir tespit olacaktır.
Sonuç olarak, AKP’nin yeni anayasasını değerlendirirken, ülkemizin anayasacılık tarihinden de elde edeceğimiz fazlasıyla veri bulunmaktadır. Çünkü tarih, kesintisiz akan bir nehirdir ve suyundan içeceğiniz zaman, şimdi onun neresinde durduğunuzu ve akıntının yönünü de hesaba katmanız gerekir.
AKP’nin Anayasası
2007 Genel Seçimleri’nin hemen sonrasında, AKP’nin yeni vitrin isimlerinden olan, çiçeği burnunda milletvekili ve “eski solcu”-“yeni liberal” Anayasa hukukçusu Prof. Dr. M. Zafer Üskül, kamuoyunda yeni anayasa tartışmalarını başlatan açıklamalarda bulundu. Üskül’e göre, Türkiye anayasasını değiştirmenin zamanı gelmişti, Türkiye’nin “demokratikleşme”ye hizmet edecek “sivil” bir anayasaya ihtiyacı vardı.
Hemen ardından, AKP kadroları tarafından zaten bu konuda bir teknik hazırlığın, hatta bir taslak metin çalışmasının yapıldığı, üstelik neredeyse tamamlandığı bilgisi kamuoyu ile paylaşılıverdi. Prof. Dr. Ergün Özbudun başkanlığında, toplam 6 akademisyenden kurulu bir komisyonun, meğer aylardır gizliden gizliye yeni bir anayasa yazdığını öğrendik. Yani “nasıl bir ‘sivil’ anayasa ?” sorusunu sormamıza dahi fırsat kalmadan, önümüze bir “sivil anayasa” metni de konuluverdi.
Medyamız, “sivil anayasa” tartışmasını da, bizzat bu ifadeyi de çok sevdi. Üskül’ün açıklamasının hemen ertesi gününden başlayarak “sivil anayasa” ifadesi, başta medya tekelleri olmak üzere, bir çok kesim tarafından benimsenen ve kullanılan bir betimleme haline geliverdi. Şüphesiz bu ifade ile ilk akla gelen, yürürlükteki 1982 Anayasası’nın, bir darbenin ürünü olduğu, yani bir “askeri” veya “otoriter” anayasa kimliği taşıdığı idi. O halde karşısındaki kavram da, “sivil (anayasa)” olmalıydı.
Ancak bu kavramı kullanan hemen herkes, 1982 Anayasası’nın son 10 yıl içinde bir çok kapsamlı değişikliği uğramış olduğunu, nedense hiç anmıyordu. Aralarında 58 ve 59 uncu AKP Hükümeti’nin de yer aldığı bir çok hükümet ve yasama döneminde, 1982 Anayasası’nda değişikliğe gidilmişti. 1987 ila 2005 yılları arasında çıkarılan 11 yasa ile bir çok maddesi değiştirilen 1982 Anayasası’nın, örneğin yalnızca 2001 yılında DSP-MHP-ANAP hükümeti (57 nci Hükümet) döneminde çıkarılan 4709 Sayılı Yasa ile, tam 34 temel maddesi, bir anda değiştirilmiş; “Avrupa Birliği normlarına uyum” sağlanmıştı. Üstelik bütün bu değişiklikler ağırlıkla, 1982 Anayasası’nın “Temel Haklar ve Ödevler” başlıklı “ikinci kısmı”nda, yani şimdi AKP’nin yeni anayasası ile köklü değişikliklere gidileceği söylenen “siyasal haklar ve özgürlükler” alanında gerçekleştirilmişti.
Peki, bir çok kesim tarafından haklı nedenlerle yeterli ve tatmin edici bulunmasa da, 1982 Anayasası az ya da çok zaten “sivilleşmiş” iken, şimdi yeniden bir “sivil anayasa” sözü ve ihtiyacı nereden çıkıyor ? Yoksa AKP’nin yeni anayasası, gerçekte bambaşka bir değişimimi işaret ediyor ? Başka bir ifade ile, buraya kadar aktardığımız tespit ve değerlendirmeler paralelinde sormak gerekirse; AKP’nin yeni anayasası gerçekte kimin sınıfsal çıkarlarını savunuyor ? Hangi taraflar arasında, hangi kapsamda bir “toplumsal sözleşme”yi tanımlıyor ?
Bu soruların yanıtları şüphesiz öncelikle, AKP hükümetlerinin son 5 yılda izlediği siyasal-ekonomik programın ve yol açtığı toplumsal dönüşümlerin içinde saklıdır. Ancak, bu konuda zaten yeterince söz söylendiğinin ve ülkemizin içinde bulunduğu tablonun açıklıkla görüldüğünün bilinciyle biz bu metinde, yukarıdaki sorularının yanıtlarını, yalnızca önümüze konan anayasa taslağını genel bir hukuki incelemeye ve değerlendirmeye tabi tutarak bulmayı tercih edeceğiz.
AKP’nin Anayasası’na Genel Bakış
Öncelikle, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın (1982 Anayasası) genel sistematiğini bilmek, somut anayasa metnine dair karşılaştırmalı bir inceleme ve değerlendirme yaparken, kavrayışımıza kolaylık sağlayacaktır.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, “kısım” olarak tanımlanan toplam yedi ana bölümden oluşmaktadır. Bunlardan ilki (birinci kısım) “Genel esaslar” başlığını taşımakta olup, rejimin temel niteliklerini ortaya koyar. “Temel haklar ve ödevler” başlıklı “ikinci kısım”, ülke vatandaşlarının sahip olduğu hak ve özgürlükleri, aynı zamanda devlete karşı yükümlülüklerini belirler. “Üçüncü kısım”, “Cumhuriyetin temel organları” başlığını taşımakta olup; yasama, yürütme ve yargı erkinin yapısına ve işleyişine dair ilke ve kuralları içerir. Anayasanın “Mali ve ekonomik hükümler” başlıklı dördüncü kısmı ise, başlık adından da anlaşılacağı üzere, devletin ve toplumun ekonomik yaşamına dair genel kuralları içerir.
Bu ilk dört bölüm, diğer ülkelerde de görülen genel anayasa sistematiği ile de benzeşir ve anayasanın, kendisinden beklenen asıl işlev ve kapsamını ifade eder. Diğer bölümler (kısımlar) ise; “İnkilap kanunları”na ayrılmış olan ve tek maddeden (madde 174) ibaret “Çeşitli hükümler” başlıklı “beşinci kısım” ile, yalnızca geçici maddeleri barındıran “altıncı kısım” ve anayasasının, hukuk tekniğine özgü düzenlemelerini (yürürlük ve yorum) içeren “Son hükümler” başlıklı “yedinci kısım” dır.
Mevcut Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, toplam 177 maddeden oluşmaktadır. Ayrıca 16 geçici maddeyi metninde barındırmaktadır. Öte yandan anayasanın, normatif yapıya sahip olmasa da, doğrudan madde metninden sayılan bir de “başlangıç bölümü” de bulunmaktadır. “Başlangıç bölümü”, anayasanın üzerinde durduğu ve tanımladığı politik-ekonomik zemini tarif eden, “hukuk disiplini”nden çok “siyaset bilimi”nin konusu olabilecek bir düz metindir.
Prof. Dr. Ergün Özbudun başkanlığındaki komisyon tarafından hazırlanan AKP’nin yeni anayasa taslağının, genel olarak bu sistematiğe sadık kaldığı görülmektedir. Yine bir “başlangıç” bölümü ve 1982 Anayasası’nın da yer alan kısımlar, bu yeni metinde de göze çarpmaktadır. Ancak “İnkilap kanunları”na yeni taslakta ayrı bir “kısım” olarak yer verilmediği, “son hükümler” kısmında madde şeklinde düzenlediği görülmektedir. Öte yandan “Mali ve ekonomik hükümler” kısmındaki kimi maddeler, “Çevrenin korunması ve milli servetlere ilişkin hükümler” şeklinde ayrı bir kısıma alınmıştır. AKP’nin yeni anayasa taslağında madde sayısı 137 dir. Genel olarak anayasa metninin sadeleştirildiği ve kısaltıldığı gözlenmektedir.
AKP’nin anayasa taslağının metin ve madde incelemelerinde, yukarıda değindiğimiz bu temel sistematiği takip edeceğiz. Ancak taslağın getirdiği bütün yenilik ve değişiklikleri konu edinmek yerine, daha önce sorduğumuz sorulara gerçekçi yanıtları vermemize olanak tanıyan, aynı zamanda toplumsal muhalefetin ve genel olarak halkın başlıca beklenti ve kaygılarına karşılık gelen, zaten yeni anayasanın asıl karakterini de ifade eden, kimi sınırlı sayıda maddeler (değişiklikler) üzerine yoğunlaşacağız.
AKP Anayasası’nın Metin ve Madde İncelemesi
a.Genel Esaslar
AKP anayasasının, kamuoyu gündeminde de önemli bir tartışma başlığını oluşturan ilk köklü değişikliği, “Genel esaslar” başlıklı “birinci kısım”da, devletin “dili, bayrağı, mili marşı ve başkenti” konusunda temel belirlemeleri yapan 3 üncü maddede gerçekleştirdiği görülmektedir. Yeni anayasa taslağı, yürürlükteki anayasada bu madde lafzında yer alan “Türkiye Devleti … dili Türkçe’dir” ifadesini, “resmi dili Türkçe’dir” şeklinde yeniden belirleyerek, Türkçe dışındaki dil ve lehçelere de bir hukuki özgürlük ve kullanım alanı açmaktadır.
Yeni anayasada “Devletin temel amaç ve görevleri” düzenlenirken, madde metni oldukça kısaltılmış ve “Türk milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyet ve demokrasiyi korumak” ifadelerine yer verilmemiştir. Bunun yerine yeni metinde öne çıkan, devletin vatandaşlarına (insana) yönelik temel görev ve yükümlülüklerinin tarifidir. Ancak bu görev ve yükümlülükler içinde, 1982 Anayasası’nın ilgili madde metninde görülen “sosyal haklar” ve “ekonomik sosyal engelleri kaldırma” vurgusunun da, artık yer almadığı göze çarpmaktadır.
“Egemenlik” kavramını düzenleyen maddede, eski metinde olduğu gibi egemenliğin “kayıtsız şartsız milletin”in olduğu ifadesi korunmakla birlikte, “milletlerarası ve milletlerüstü kuruluşlara üyelikten kaynaklı sınırlamalar saklıdır” ifadesi getirilerek, “egemenlik” kavramında köklü bir değişime gidildiği görülmektedir. Yani Türkiye’nin üye olduğu (veya olmayı hedeflediği) kimi uluslararası yapıların; örneğin, Birleşmiş Milletler, NATO ve Avrupa Birliği’nin kimi siyasi-ekonomik-askeri tasarrufları, ülke halkı (milli irade) tarafından sakıncalı bulunsa ve kabul görmese de, bunlara tabi olmamada halkın “milli irade”si artık geçerli olmayacaktır. Bu köklü değişim, “milli irade” (halk iradesi) kavramı yanında “bağımsızlık” kavramı açısından da ciddi bir gerilemeyi işaret etmektedir.
“Yasama yetkisi”ne dair düzenlemede, 1982 Anayasası’nda yer alan, yasama yetkisinin mutlak olarak TBMM’ye ait olduğuna ve bu yetkinin devredilemeyeceğine dair düzenlemeye, yeni anayasa taslağında “kanun hükmünde kararname” istisnası getirildiği görülmektedir. Her ne kadar yeni anayasa taslağı, mevzuat ve uygulamada zaten varolan bir olguyu ele almış olsa da, şimdi bunun yasama yetkisini düzenleyen anayasa maddesi lafzına taşınmış oluşu, bu açıdan yürütme (iktidar) lehine, halk iradesi (temsili demokrasi) aleyhine bir düzenleme olarak değerlendirebilir. Öte yandan, “kanun hükmünde kararname” kavramının asıl olarak 12 Eylül hukukunun bir ürünü olduğu düşünüldüğünde, yeni “sivil anayasa”nın, önceki darbe anayasasına göre apoletlerine daha fazla yıldız taktığı da söylenebilir.
“Eşitlik” maddesi, burjuva ideolojisinin “soyut bireysel eşitlik” anlayışı doğrultusunda, 1982 Anayasası’na benzer bir düzenlemeye tabi tutulmuş olup; “eşitlik” kavramı, yine yalnızca “kanun önünde eşitlik” olarak tanımlanmış; haklarda ve hakların kullanımında somut ve toplumsal bir eşitliğe yine yer verilmemiştir. Bu arada yeni madde metninde “cinsler arası eşitlik” yine düzenlenerek güvenceye alınmakla birlikte, 1982 Anayasası’nın madde metninde ayrı özel bir düzenleme ile vurguladığı “kadın-erkek eşitliği”, yeni madde metninde bu biçimde yer almamaktadır. Madde yeni metninde bir yenilik olarak, “… çocuklar, yaşlılar ve engelliler gibi özel suretle korumayı gerektiren kesimler” kavramını, önceki madde metnine göre pozitif ayrımcılığı genişletici bir biçimde içermektedir.
b.Temel Haklar ve Ödevler
Anayasa sistematiğinin, ülke vatandaşlarının sahip olduğu temel hak ve özgürlüklere, aynı zamanda devlete karşı yükümlülüklerine yer veren bu ikinci kısmında ilk değişiklik, öncelikle kısım başlığındadır. Yeni anayasa taslağında, 1982 Anayasası’nın ilgili kısım başlığında yer alan “ödevler” ifadesi çıkarılarak, “temel haklar ve hürriyetler” ifadesi kullanılmıştır. Ancak bu değişikliğin yeni anayasa taslağının bu kısımda yer alan madde içeriklerine aynı ölçüde yansıdığını söylemek güçtür; somut maddelerde hala ülke vatandaşlarına yönelik kimi “ödevler”, en az vatandaşlara tanınan hak ve özgürlükler kadar yer tutmaktadır.
Temel hak ve özgürlüklerin, “nasıl” ve “hangi ölçüde” sınırlanabileceğine dair düzenleme, yine 1982 Anayasası’nda yer alan ilgili maddeye benzemekle birlikte, sınırlamanın gerekleri arasında yer alan “laiklik” ilkesine, yeni madde metninde yer verilmediği hemen göze çarpmaktadır. Bu açıdan, düne kadar bu konuda sınırlamalara maruz kalan kesimlerin önemli bir hukuki mevzi kazanmış olduğu söylenebilir. Yine sınırlamalar kapsamında, 1982 Anayasası’nda yer alan “yabancılara yönelik sınırlamalar” konusundaki özel vurgu, yeni anayasa taslağında yer almamaktadır. Bu yenilik, özellikle yabancıların, iktisadi yaşama katılma ve mülkiyet edinme haklarında yeni bir liberalleşmenin (serbestleşmenin) habercisi olarak kolaylıkla yorumlanabilir.
“Yaşam hakkı”, “işkence yasağı”, “konut dokunulmazlığı”, “zorla çalıştırma yasağı”, “özel hayatın gizliliği”, “haberleşme özgürlüğü”, “düşünce ve ifade özgürlüğü” gibi kimi özgün haklara dair düzenlemelerin, 1982 Anayasası’na benzer biçimde yapıldığı, bu konuda kimi medya organlarında yer alan haber ve yorumların aksine, bu kapsamda “devrim” niteliğinde köklü pozitif yenilemelere yer verilmediği baştan söylenebilir. Buna rağmen, bir çok hak ve özgürlüğünün kullanımına ve sınırlanmasına yönelik, özellikle madde lafzından kaynaklı yorum tekniğine dair lehte iyileştirmelere gidildiği; öte yandan, “kişisel bilgilerin korunması”, “çocuk hakları”, “bilgi edinme hakkı” gibi yeni hak ve özgürlük kavramlarına bir anayasa metninde ilk kez yer verildiği de gözlenmektedir.
Yine bu kapsamda, özellikle “din ve inanç özgürlüğü”nün kapsamının genişletildiği göze çarpmaktadır. Aynı madde (yeni anayasa taslağının 24 üncü maddesi) kapsamında, yürürlükteki 1982 Anayasası’nın “zorunlu din dersleri”ne dair düzenlemesine karşı, alternatifli yeni düzenlemeler mevcuttur. Bunlardan birinde, zorunlu din dersleri kaldırılmakta, diğerinde ise 1982 Anayasası’na benzer biçimde korunmaktadır.
Kimi hak ve özgürlüklerin kullanımına ve sınırlanmasına dair düzenlemelerde, kaygı verici noktalarda bulunmaktadır. Örneğin; yeni anayasa taslağının 28 inci maddesinde ele alınan “Mülkiyet hakkı”na dair, 1982 Anayasası’nda mevcut olan, “mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz” ifadesi, madde metninden çıkarılmış durumdadır.
“Siyasal hak ve özgürlükler” bölümünde de, ilk çarpıcı düzenleme, “vatandaşlık” kavramında kendini göstermektedir. Doğrudan bu kavramı düzenleyen veya bu kavramın yer bulduğu ilgili maddelerde, “Türk vatandaşlığı” ibaresi yerine, “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı” ibaresinin veya yalnızca “vatandaşlık” ibaresinin kullanıldığı görülmektedir.
“Siyasal hak ve özgürlükler” bölümünde yer alan somut hak ve özgürlük kategorilerinde, yine esas olarak köklü pozitif yeniliklere yer verilmediği söylenebilir. Bu bölümde en fazla dikkat çeken pozitif düzenleme, siyasi partilerin işleyişi, parti tüzel kişilikleri ile mensuplarına konan sınırlamaların, öte yandan parti kapatmalarına yol açan yürürlükteki kimi katı hükümlerin, yeniden elden geçirilmesinde, bu alana özgü hak ve özgürlüklerin genişletilmesi lehine yeni bir düzenlemeye tabi tutulmasında görülmektedir.
AKP’nin yeni anayasa taslağı, “kişisel ve siyasal” hak ve özgürlüklere dair kısmi pozitif yaklaşımını, her nedense “ekonomik ve sosyal” hak ve özgürlükler karşısında sergileyememektedir.
Bunun ilk göstergesi, 1982 Anayasası’nda, temel haklar ve özgürlüklerin düzenlendiği ikinci kısmın iç sistematiğinde, “siyasal haklar”dan (dördüncü bölüm) önce yer bulan “sosyal ve ekonomik haklar”ın (üçüncü bölüm), yeni anayasa taslağının aynı kısma dair iç sistematikte, şimdi siyasal hakların arkasına atılmasıdır. Ancak iş bununla da kalmamaktadır; yeni anayasa taslağında, “çalışma hakkı”, “konut hakkı”, “toprağın yoksul köylülük lehine tasarrufu”, “köylünün, tarım ve hayvancılığın korunması”, “sanat ve sanatçının korunması”, “yabancı ülkelerde çalışan Türk işçilerinin korunması” gibi, 1982 Anayasası’nda mevcut olan, hatta geçmişte 1961 Anayasası metninde dahi yer bulan bir çok temel düzenlemenin, ya tamamen çıkarılması, ya da içinin boşaltılması söz konusudur.
En çarpıcı düzenleme, şüphesiz “konut hakkı”na dair, 1982 Anayasası’nın 57 nci maddesindeki düzenlemeye, şimdi AKP’nin yeni anayasasında hiç yer verilmemesidir. Yeni anayasaya göre devlet, vatandaşın konut (barınma) ihtiyacını karşılamaya yönelik bir taahhütte bulunmamakta; dolayısıyla bu olguyu, ülke insanları için bir hak ve dolayısıyla bir talep konusu dahi görmemektedir. Benzer biçimde, 1982 Anayasası’nın 49 uncu maddesinde, gerek madde başlığında gerekse madde lafzında doğrudan bir “hak” olarak tanımlanan “çalışma hakkı”na, yeni anayasa taslağında bu kapsamda yer verilmemekte, yalnızca “çalışma ile ilgili esaslar” başlıklı 46 ncı maddede, bu alana yönelik kimi devlet yükümlülüklerini tarifle yetinilmektedir. Üstelik bu yeni tarif içerisinde, devletin, “işsizliği önlemeye elverişli ekonomik bir ortam yaratma” yükümlülüğü yerini, “istihdamı arttırma” gibi çok daha basit bir kavrama bırakmıştır.
Eğitim ve sağlık hakkı gibi kimi temel kamusal haklara, 1982 Anayasası’na benzer biçimde, yeni anayasa taslağında da yer verilmiştir. Ancak “eğitim hakkı” açısından yeni anayasanın asıl değişikliğe ihtiyaç duyduğu konunun, siyasal İslami kesimlerin bu alana özgü bilinen gerilim ve beklentileri ile şekillendiği gözlenmektedir. Nitekim “eğitim ve öğrenim hakkı”nı düzenleyen (yeni taslaktaki) 45 inci madde, “eğitim esasları” kavramı kapsamından “Atatürk ilke ve inkılapları doğrultusunda eğitim” olgusunu çıkarırken; “kılık kıyafet” konusuna özel bir yer vermiş, bu konuda serbesti tanımıştır. Bu açıdan “türban” tartışmalarının bir tarafının, önemli bir hukuki mevzi kazanacağı kolaylıkla söylenebilir. Aynı madde kapsamında, her ne kadar eğitimin, en azından temel eğitim seviyesinde ve devlet okullarında parasız olacağına dair kural korunurken, 1982 Anayasası’nın ilgili maddesinde (madde 42) yer alan, yoksul ve başarılı öğrencilere yönelik burs verilmesi vb. sosyal haklara, şimdi yeni metinde hiç yer verilmediği görülmektedir. Yine taslakta bulunan ilgili madde metninden, eğitim-öğretim kurumlarının yalnızca eğitim ve öğretimle ilgili faaliyetlerde bulunabileceğine dair hükmün çıkarılmış oluşu da, eğitim kurumlarının ve eğitim faaliyetinin ticarileştirilmesi tartışmaları açısından düşündürücüdür. “Sağlık” ve “sosyal güvenlik” hakkına ilişkin ise, 1982 Anayasası’nda bu konuda mevcut düzenlemeler, her ne kadar toplumun beklentilerinin çok uzağında olsa da, yeni anayasa taslağının bu konuda toplum ve sosyal haklar lehine ileri bir adım atmayı tercih etmediği, hatta eski mevcut düzenlemeyi dahi basitleştirme yoluna gittiği gözlenmektedir.
AKP’nin yeni anayasasında, ekonomik-sosyal haklar kapsamında bir çok temel düzenleme yer bulmamış olsa da, 1982 Anayasası’nda da yer bulan “devletin sosyal ve ekonomik ödevlerinin sınırları”na ilişkin düzenlemenin unutulmadığı (madde 50), bir anlamda bu alanda toplumdan gelebilecek sosyal basıncın sigortasının korunduğu görülmektedir. Maddeye göre devlet, topluma karşı anılan sosyal ve ekonomik yükümlülüklerinden, “mali kaynakların yeterliliği” ölçüsünde sorumlu tutulabilecektir.
c.Cumhuriyetin Temel Organları
AKP’nin yeni anayasa taslağının “Cumhuriyetin temel organları” başlıklı “üçüncü kısmı”nda; 1982 Anayasası’nda olduğu gibi yasama, yürütme ve yargı üçlüsü kapsamında, devletin temel kurumlarının oluşum ve işleyişine dair temel ilke ve kurallar yer almaktadır.
Bu bölümde yapılan yeni düzenlemeler ile, asıl olarak “yürütme erki”nin, yürütme erki içerisinde de özellikle Cumhurbaşkanlığı makamına karşı “hükümet”in, yetki ve gücünün arttırıldığı göze çarpmaktadır.
Cumhurbaşkanının kimi yetkilerinin budanması, bu kapsamda bir çok atama kararnamesinin doğrudan hükümetin tasarrufuna verilmesi, acil hallerde savaş ilanı gibi kimi hayati konularda başbakan ile ortaklaşma koşulu getirilmesi, Cumhurbaşkanının veto ettiği yasa ve kanun hükmünde kararnamelere dair yasama organının veya hükümetin ısrarı karşısında gereğinde uygulamada pay-pas edilebilmesi, Anayasa değişikliğine dair yasaları veto yetkisinin kaldırılması, Milli Güvenlik Kurulu (MGK) başkanlığından alınması ve kurul başkanlığının doğrudan Başbakan’a verilmesi, ilk göze çarpan belli başlı düzenlemelerdir.
“Gensoru” kurumuna dair yeni düzenleme ve yasama organının toplantı sayısında yapılan yeni belirlemenin, siyasi iktidarın yasama organı karşısında da, inisiyatif alanını genişlettiği söylenebilir.
Yargı erkinin ise, yürütme ve yasama erki karşısında eskisi gibi zayıf bırakıldığını söylemek olanaklıdır. Aslında bu konuda, ilk bakışta yargı erki lehine görülen köklü değişimler söz konusudur; örneğin Anayasa Mahkemesi üyelerinin ve Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun (HSYK) yapısı ile oluşumunun, yürütmenin vesayetini sınırlar tarzda yeniden düzenlendiği görülmektedir. Ancak bu seferde, özellikle mahkeme ve kurul üyelerinin seçiminde yasama organına (dolayısıyla yasama organında çoğunluğa sahip siyasi iktidara) daha geniş bir inisiyatif alanı açıldığı söylenebilir. Öte yandan Anayasa Mahkemesi’nin, yasama organının ve siyasi iktidarın yasa, kanun hükmünde kararname vb. tasarruflarını denetlemesine dair sistem, yeni anayasa taslağında mahkeme aleyhine daraltılmış durumdadır. Bu kapsamda ana muhalefet partisinin Anayasa Mahkemesi’ne başvuru hakkı (iptal davası) kaldırılmış, Anayasa Mahkemesi’nin önüne gelen bir davada yürütmeyi durdurma kararı vermesi güçleştirilmiştir.
Devletin “sivilleşmesi” tartışmaları kapsamında; yukarıda da aktarıldığı üzere MGK’nın başbakanlığa bağlanması, Jandarma Genel Komutanı’nın bu kuruldan çıkarılması, öte yandan yerel yöneticilerin görevden alınmalarında İçişleri Bakanlığı yerine doğrudan yargı erkine inisiyatif tanınması, HSYK’nın yapısının belirlenme esaslarının kısmen pozitif biçimde değiştirilmesi, askeri yargının görev alanının daraltılması, Askeri Yüksek İdare Mahkemesi’ne bir yargısal organ olarak yer verilmemesi, HSYK ve Yüksek Askeri Şüra kararlarının, aynı zamanda Cumhurbaşkanı’nın tek başına yapacağı işlemelere karşı yargı yolunun açılması, kamu çalışanları hakkında verilen her türlü disiplin cezasının da aynı şekilde yargı denetimine açılması, belli başlı düzenlemelerdir.
AKP iktidarının uzun süredir arzuladığı kimi siyasal-yapısal dönüşümlerde, yeni anayasa taslağı ile yoluna konulmaktadır. Bunların başında, Yüksek Öğretim Kurumu’nun (YÖK) anayasal bir kurum olmaktan çıkarılıp, yerine “Yüksek Öğretim Kurulu”nun getirilmesi gelmektedir. Yine, yakın geçmişte AKP icraatlarının önünde önemli bir engel olan Anayasa Mahkemesi, yukarıda değindiğimiz biçimde, gerek bu mahkemeye başvurunun zorlaştırılması, gerekse mahkemenin kimi yargısal yetkilerinin sınırlanması yoluyla, aynı zamanda mahkeme üyelerinin seçiminde siyasal iktidarın inisiyatif alanının genişletilmesiyle de, belli ki kimi zamanlarda bir ayak bağı olmaktan çıkarılıvermiştir.
Bu nedenlerle kolaylıkla denebilir ki, siyasi iktidar için yeni anayasa, eskiye göre çok daha faza “dikensiz gül bahçesi” vaad etmektedir. Yabancı ve yerli sermayenin uzun yıllardır dilinden düşürmediği “siyasi istikrar” olgusuna, fazlasıyla yanıt vermektedir.
Anayasa taslağında, toplumsal ve siyasal faydası meçhul olan kimi yeni düzenlemeler de mevcuttur. Örneğin; genel milletvekili seçimleri ve yerel seçimlerin 4 yılda bir yapılacağı hükme bağlanmıştır. Cumhurbaşkanının görev süresi de 5 yıl olarak belirlenmiş; gündemde olan, hatta gümrük kapılarında oy kullanma işlemleri başlayan referandumun sonucu beklenmeden, Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi düzenlenmiştir.
d.Mali ve Ekonomik Hükümler
“Mali ve ekonomik hükümler”in yer aldığı düzenlemelerin, yine 1982 Anayasası’na göre basitleştirildiği gözlenmektedir. Bu basitleştirme, öncelikle “planlama”, “kamu iktisadi teşebbüslerinin denetimi”, “orman köylüsünün korunması”, “kooperatifçiliğin geliştirilmesi”, “tüketici, esnaf ve sanatkarların korunması” gibi, 1982 Anayasası’nda mevcut kimi sosyal-kamusal ve “devletçi” düzenlemelerin, ya yeni anayasa metninde hiç yer alamaması, ya da ayrı ve özgün maddeler halinde vurgulanmış bir biçimde, yeni anayasa taslağında yer bulmamasıyla ilgilidir.
İlgili madde metni özünde aynı kalsa da, 1982 Anayasası’nın 167 nci maddesinde yer alan “piyasaların denetimi” başlığının, yerini “piyasaların geliştirilmesi” başlığına ve kavramına bıraktığı görülmektedir. “Planlama” kavramına ise, ayrı bir madde düzenlemesi ve hüküm olarak, yeni anayasada hiç verilmemiştir.
Yeni anayasa taslağında “Çevrenin korunması ve milli servetlere ilişkin hükümler” adlı ayrı bir kısımda (beşinci kısım) olarak düzenlenen, ancak 1982 Anayasası’nda “Mali ve ekonomik hükümler” içinde yer alan “ormanların korunması” konusundaki düzenlemede, orman sınırlarında daraltma yapılmasına ilişkin hükümlerin genişletildiği gözlenmektedir. Bu genişletmenin özü, orman vasfını yitirmiş arazilerin, mevcut düzenlemede tahdidi olarak sayılanlar dışında, şimdi başkaca kullanımlara da açılmasına olanak tanımaktadır.
Sonuç
Şimdi, yukarıda sorduğumuz sorulara geri dönmenin yeridir; bir çok kesim tarafından bir “demokratikleşme” ve “sivilleşme” ambalajıyla sunulan AKP’nin yeni anayasası, gerçekte bambaşka bir değişimimi işaret ediyor ? AKP’nin yeni anayasası gerçekte kimin sınıfsal çıkarlarını savunuyor ? Hangi taraflar arasında, hangi kapsamda bir “toplumsal sözleşme”yi tanımlıyor ?
Bu yazının, okuyucularını, bu sorulara rahatlıkla yanıt verecek denli aydınlatmadığı ve bilgilendirmediği elbette söylenebilir. Ancak, yine yukarıdaki bölümlerde ifade ettiğimiz gibi, AKP hükümetlerinin son 5 yılda izlediği siyasal-ekonomik programın ve yol açtığı toplumsal dönüşümlerin sunduğu veriler, yazıya dair böylesi bir eksikliği gidermeye ve okuyucuların, bu sorulara yanıt için, eksik kalan arka planı oluşturmalarına fazlasıyla elverişlidir kanısındayız.
Bu sorulara yanıt verirken öncelikle, AKP’nin yeni anayasasının gerçek anlamda bir “demokratikleşme”yi ve “sivilleşme”yi karşılamadığı, bir anlamda “dağın fare doğurduğu”, yüreklice söylenmelidir. Çünkü AKP kadroları ve kimi belirli kesimlerin, bu kavramlardan beklentileri ile, toplumun beklentileri arasında ciddi bir açı olduğu bilinmektedir. AKP’nin yeni anayasası kimi düzlemlerde, daha çağdaş, temel hak ve özgürlükler ile demokratik değerler lehine yenilikler içeriyor olabilir. Ancak, “kötünün iyisi” veya “bu kadarına da şükür” mantığı, anayasa gibi son derece önemli bir tartışma gündeminde, bir avuntu veya suskunluk gerekçesi olmamalıdır.
AKP’nin anayasası özünde, süre gelen liberal bir dönüşümün, şimdi temel norm düzleminde hukuk alanına yansımasını ifade etmektedir. Yukarıda yer verdiğimiz sınırlı inceleme, bunun somut örneklerini açıklıkla ortaya koymaktadır. Bu anayasa, neo-liberal sömürü ve yıkım düzeninin devamından yana olan; sınıfsal olarak da, emperyalist güçler ve onlarla, ülkemizin yağmasında yakın bir işbirliğine girmiş yerli işbirlikçi burjuvazinin çıkarlarını temsil etmektedir. Onlar için bu anayasa, sömürü ve yağmanın önündeki kimi hukuki-yapısal engellerin aşılmasını, ihtiyaç duyulan siyasi istikrarın ve mutlak iktidarın sağlamlaştırılmasını karşılamaktadır. Bu gerçeğe rağmen, elbette “herkes” için olduğu söylenen ve ülke halkına, sözde daha fazla “özgürlük” ve “demokratikleşme” vadeden bu anayasa; bir anlamda bunun diyeti olarak da halka, daha fazla yoksulluk, işsizlik ve güvencesizlik sunmaktadır.
AKP’nin yeni anayasası, önümüzdeki süreçte ülkemizin son derece önemli bir tartışma gündemi olacaktır. Şüphesiz yalnızca hukukçular tarafından değil, hemen her kesimin, öyle ya da böyle üzerine bir söz söyleme ihtiyacı hissedeceği, kayıtsız kalınamayacak bir gündemle karşı karşıyayız. Ancak, başta da ifade ettiğimiz gibi bu süreçte, sözün kendisi kadar, sözü söyleyene ve onu niyetlerine de dikkat edilmelidir.
“Eski solcu”-“yeni liberal” bilim insanlarından, medya yorumcularına; siyasilerden, “sivil toplum” ve “demokratik kitle örgütü” temsilcilerine değin; her sözün değeri ve anlamı, öncelikle bu anayasaya nereden baktığımızla, dolayısıyla yaşamın neresinde durduğumuzla ilgilidir. Bu nedenle, örneğin yoksul gecekondu mahallelerinin, “konut hakkı”nı yok sayan bu anayasaya üzerine, ne söz söyleyeceğini bu günden ön görmek, güç olmasa gerektir.
Ama şimdi, öncelikle bu sözü örgütlemenin ve güçlü bir biçimde dillendirmenin sorumluluğu önümüzde durmaktadır. Çünkü yeni anayasa tartışması, onun gerçek sahiplerinin, taraftarlarının veya en azından “buna da şükür” diyen, kendi gücüne ve iradesine yabancılaşmış kesimlerin arasında sürmekte; ülke halkının sözü, bu dar platformlara ulaşamamakta, tartışmanın merkezine taşınamamaktadır. Nede olsa hangi kral, fermanını yazarken, tebaasının fikrini sormuştur ki ?
Bütün bu tartışmalar bir yana, bilinmelidir ki; şüphesiz gerçek anlamda “yeni” bir anayasanın zamanı; halkın, en temel hak ve kazanımlarını mutlak elde edeceği; söz, yetki, karar ve iktidarına kavuşacağı; gerçek anlamda özgür, eşit ve kardeşçe bir ülkenin kurulacağı zamanla özdeştir.
Av. Ender Büyükçulha
Halkevleri Genel Sekreteri